19 Ses, Duymak, Dinlemek

Buyurun, şunu sesli olarak okuyun: “Pazartesi.”

Art arda birtakım sesbirimler (fonemler) çıktı ağzınızdan.

Bununla “notskarrliomsk” sesbirimleri dizisi arasında ne fark var?

Birincisi Türkçe konuşanlar arasında dilsel bir kod olarak saptanmış, sözlüğe girmiş (lexical), sözsel, dolayısıyla da simgesel bir gösterge (symbolic sign). Diğeri Türkçe sözlüğe girmemiş, “ağızdan çıkan anlamsız ses” olmak dışında herhangi bir kavrama ya da koda gönderme yapmayan bir sesbirimler dizisi. Ses olmaları açısından ikisinin arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de ses, ama biri dilsel birim olarak kodlanmış, diğeri kodlanmamış. Müziğin anlamı konusundaki tartışmaların dönüp dolaşıp geldiği nokta genellikle budur.

Dilde kullanılan kodlanmış sesbirim kombinasyonları (heceler, kelimeler, vb.) “simgesel gösterge” niteliğinde (bkz. “Anlam ve Gösterge,” “Göstergeler” ve “Kod” başlıklı bölümler). Bunların dışındaki seslerin hemen hepsi “belirtme göstergesi” (indexical sign) niteliğinde. Ne demek bu? Kardeşiniz sokak kapısına gelip de “kapıyı aç” diye bağırınca “kardeşim ‘kapıyı aç’ diye bağırdığına göre ‘kapıyı aç’ diyor” demiyorsunuz. Ama kardeşiniz bağırmak yerine zile bassa, “zil çaldığına göre kapıda biri var” diyorsunuz, deneyimlerinize dayanarak arada bir neden-sonuç ilişkisi kuruyorsunuz.

Sesleri öncelikle tınılarıyla tanıyıp birbirinden ayırdediyoruz — tabak çanak sesi, tahta sesi, borazan sesi, patlama sesi, araba sesi, piyano sesi gibi. Bu ayırdetmede tınının yanısıra tizlik-peslik, gürlük-kısıklık, uzunluk-kısalık gibi nitelendirmeler de rol alıyor ama, bizim için en önemli olan (tehlike belirtisi olabilmesi nedeniyle), sesin nereden ürediğini saptamak. Ancak, bir sesin kaynağını ya da fiziksel niteliğini saptamakla yetinemiyoruz, onu anlamlandırmak, göstergeleştirebilmek için neyi “gösterdiğine” bakıyoruz. Tabak çanak sesi yemek vaktinin geldiğine, borazan sesi uyanmak gerektiğine, patlama sesi tehlikeli bir duruma işaret ettiğinde göstergeleşiyor.

Gürlüğü ya da tizliği kulakta fiziksel rahatsızlık yaratmadığı sürece, dilsel olmayan sesler arasındaki yapısal farklılıklar birinin ötekinden daha üstün, güzel, kaliteli, çirkin falan sayılması için neden oluşturmuyor. Seslere atadığımız nitelikler sesin yapısından kaynaklanmıyor. “Dün gece korkunç bir ses duydum” diyoruz, örneğin. Korkunç olan sesin kendisi değil, sesin işaret ettiği, ima ettiği, o sesle özdeşleştirdiğimiz kaynak ve olası sonuçları. Örneğin, tokat atma sesiyle alkış sesi arasında bir fark yok, ama sesin kaynağını saptadığımızda tokat sesini ürkütücü, diğerini olumlu buluyoruz. Örneğin, bir fabrikaya gidiyoruz, bir noktada sirenler çalmaya başlıyor, “alarm veriliyor” diyoruz, “hayır, paydos vakti geldi” diyorlar. Biz böyle irkiltici bir sesin mutluluk (iş bitimi) sinyali olarak kullanılmasına şaşırıyoruz ama bakıyoruz ki o ses işçiler için epeyce farklı bir gösterge niteliği kazanmış. Örneğin, akordiyon sesini birimiz “çok duygulandırıcı,” diğerimiz “dayanılmaz” bulabiliyor. Buna neden akordiyondan üreyen ses dalgalarının kişiden kişiye farklı fizyolojik etkiler yaratması değil, o sesin o kişilerdeki farklı çağrışımları, özdeşleştirmeleridir.

Özdeşleştirmeleri farkında olmadan, bilinçaltında, seslerin yer aldıkları ortamlarla, işaret ettikleri olaylarla bağlantılayarak yapıyoruz, çünkü bu seslerle doğrudan, iletişimsel bir ilişkimiz yok. Ivan Pavlov’un deneylerinde kanıtladığı gibi, köpeğe her yemek verişinde bir zili çalarsan, daha sonra ortada yemek yokken de zili duyduğunda köpeğin salyası akmaya başlıyor. Bunun gibi, bir filmde romantik bir sahnenin fonunda bir solo keman melodisi olunca farkına bile varmıyoruz, aynı sahneye trombon solosu konsa “gülünç olan nedir?” diye bakınıyoruz. Bu nedenlerden, ses insanların farkettirmeden manipülasyonu için en etkili araçlardan biri olarak kullanılıyor (marketlerde, mağazalarda sürekli müzik çalındığını, her filmde arka planda müzik olduğunu hatırlayın).

Anlamlandırma çabasının yanısıra, çevremizi sürekli kuşatan seslerle fiziksel ilişkilerimizde de zihinlerimiz son derece ilginç yöntemler izliyor:

John Cage’in adını ilk kez üniversitenin birinci ya da ikinci sınıfındayken, İstanbul’da, besteci İlhan Mimaroğlu’nun elektronik müziği tanıtan bir konuşmasında duymuştum. Mimaroğlu’nun makaralı bir teypten çaldığı elektronik müzik örnekleri için birisi “ama bunlar müzik değil, gürültü” gibisinden bir yorum yapmış, Mimaroğlu da “John Cage’in dediği gibi, oturmuş Mozart dinliyorsanız sokaktan gelen sesler gürültü olur, sokaktan gelen sesleri dinliyorsanız da Mozart gürültü olur” yanıtını vermişti. Bu son derece bariz olguyu nasıl olup da o güne kadar akıl edemediğimi düşünmüştüm.

Her anımızda, her yerde sürekli ses var. Yine Cage’in dediği gibi, sessizlik diye bir şey yok. Olabilecek en sessiz ortamda bile bedenimizde yer alan hareketlerin sesini duyarız. Sürekli sesle kuşatılmış olmakla başedebilmek için, çoğunlukla farkında olmadan, kademelendirmeler yapıyoruz, bu kademelerden yerine göre bazısını ön plana getiriyoruz, bazısını geriye itiyoruz (aural segregation). Başka bir deyişle, seslerin hepsini duyuyoruz ama hepsini dinlemiyoruz, istediğimizi ya da gerekli gördüğümüzü dinliyoruz. Bir tür bir filtreleme yetisinden söz ediyorum (W.F. Thompson, 10; Fırıncıoğlu, 33-38). Gürlüğü ya da yoğunluğu nedeniyle geri plana atamadığımız, dinlememezlik edemediğimiz sesler “gürültü” oluyor. “Şu televizyonu kısın, ne konuştuğumuzu anlayamıyorum” sözü, televizyonun sesini arka plana itmeye çalışıyorum ama gürlüğü bunu yapmamı zorlaştırıyor, karşımdakiyle iletişimimde parazit (interference) yaratıyor, yani “gürültü” oluyor anlamına geliyor.

Söz gelişi, Batı ülkelerinden Türkiye’ye gidenler için en kayda değer farklılıklardan biri minare hoparlörlerinden günde beş kez okunan ezan oluyor. Birkaç gün sonra onlar da orada yaşayanlar gibi ezan okunduğunu farketmemeye, sabahları ezan sesiyle uyanmamaya başlıyor. Beyin ezan sesini arka plana itiyor, duyuyor ama dinlemiyor.

Burada vurgulamaya çalıştığım, çevremizdeki sesler arasında bazen bilinçli, genellikle de farkında olmadan bir tercih yaptığımız. Her sesi duyuyoruz ama her sesi dinlemiyoruz: Yaşamı sürdürebilmek için beynimizin “akıl ettiği” pratik yöntemlerden biri de bu. Ama bu, dinlemediğimiz sesleri bütünüyle devre dışı bıraktığımız anlamına gelmiyor: el altından da olsa, beyinlerimiz duyduğumuz her sesi içinde bulunduğumuz ortamın görselleriyle, hareketlerle ve diğer seslerle bağlantılayıp özdeşleştiriyor.

[Umberto Eco’nun alıntıladığı eski bir fıkra:

Zamanında Moskova’da iki köpek karşılaşıyor, biri son derece şişman, öteki sıskalıktan ayakta zor duruyor. Sıska olan “bu yoklukta sen yiyeceği nerde buluyorsun da böyle semirmişsin?” diyor. “Kolay” diyor öteki, “her öğlen Pavlov Enstitüsü’nün binasına giriyorum ve ağzımdan salya akıtmaya başlıyorum, bunu ordaki bilim adamlarından ilk hangisi görürse hemen koşup bir zili çalıyor, ardından bana yemek getiriyor.”] (Eco, 20)

– SONRAKİ –>