Bir önceki bölümde şöyle yazdım: “Kod oluşumu bütünüyle deneyimler aracılığıyla öğrenmeye dayanır. Bunun tersini savunan, yani doğuştan, yaratılıştan gelen kodlar da vardır diyen var mı? Var gibi. Bu görüşlerden “Gestalt” başlıklı bölümde söz edeceğim.” Gestalt başlıklı bölüm, bu bölüm.
Göstergebilimde oldukça sık başvurulan bir örnek vardır: Bir kağıda bakıyorsunuz, üzerine birkaç kelimelik bir cümle basılmış. Kağıt üzerindeki bu mürekkep lekeleri siz (yorumlayan) baktığınız anda gösteren niteliği kazanacak, yazının ne dediğini anladığınız anda da gösterilen (kavram) oluşacak ve bir gösterge tamamlanmış olacak. Yazı göstergenin biçimini (form), yazının anlamı da göstergenin içeriğini (content) oluşturuyor.
Şimdi, yazının değişik biçimlerde harflerle basılabildiğini biliyoruz: Bir cümleyi bir kağıda el yazısını andıran Zapfino fontuyla bassak, başka bir kağıda Times fontunu kullanarak bassak, üçüncü bir kağıda da Courier fontuyla bassak, gösterenin biçimini değiştirmiş ama gösterileni (içerik) aynı tutmuş olacağız. Yani, cümle her üç kağıtta da harfi harfine aynı olduğu için, algılanmalarında en küçük bir farklılaşma bile olmaması gerekir. Ancak, biliyoruz ki bu böyle olsaydı matbaacıdan grafikere, reklamcıdan font tasarımcısına bir yığın insan işsiz kalırdı.
Aşağıdaki örnekte “Kahvaltı servisi kesin olarak saat 8:17 ile 9:54 arasındadır” cümlesinin sırasıyla Zapfino, Times ve Courier fontları kullanılarak yazılışını görebilirsiniz. Belirtilen kahvaltı saatleri görüldüğü gibi biraz tuhaf — neden 8:15 değil de 8:17, neden 9:55 ya da 10:00 değil de 9:54? Zapfino fontuyla yazılı şekline baktığımızda herhalde aklımıza ilk gelen, bu saatlerin espri olsun diye böyle verildiği olur. Örneğin, bir otelde bir hafta sonu sürecek bir düğünün davetiyesinde yazılı olabilir bu. Cümleyi Times fontuyla gördüğümüzde de, Zapfino kadar olmasa da, yine bir espri olabileceğini düşünebiliriz. Üçüncü versiyon, eski usul daktilo yazılarına benzeyen Courier, espri olasılığını en az akla getiren fonttur, çünkü bunu resmi yazışmalarda görmeye alışmışızdır. Örneğin, her dakikanın dikkatle planlandığı askeri bir ortamda kahvaltı saatlerinin böyle olması tuhaf kaçmayabilir. Ya da birisi yine espri yapıyordur ama resmi görünüşlü bir font kullanarak esprisine ikinci bir boyut, bir “emir” havası katmıştır.
Dikkat edersek, belirli tür yayınlar genellikle belirli tür fontlarla basılır: “Çarpıcı” olması istenen başlıklarda, kısa metinlerde, afişlerde genellikle “matbaa harfi” denince akla gelen düz fontlar (sans serif), rahat okunması istenen roman, öykü gibi blok halindeki uzun metinlerde de kıvrımlı biçimleri olan fontlar (serif) kullanılır.
Soru: Neden uzun metinlerin kıvrımlı Times fontuyla basılınca Helvetica ya da Arial gibi kıvrımsız bir fonta oranla daha “rahat” okunduğuna inanılır?
Bu soruya iki farklı yanıt verilebilir:
Birinci yanıt, bundan önceki “Kod” bölümünde anlattığım görüşler doğrultusunda, konuyu öğrenmişlik ve gelenekle açıklar: Söz konusu fontların yıllardır sürekli olarak belirli yerlerde kullanımını göre göre insanlar özdeşleştirme yoluyla kodlar oluşturmuşlardır. Yani, font biçimleri, yukardaki örnekte de görüldüğü gibi, çağrışımsal kod kimliği kazanmıştır. Okuyucu romanın, öykünün, pahalı dergilerin, lüks lokanta mönülerinin, nikah davetiyelerinin Times türü fontla basımını görmeye alışmış ve bu doğrultuda beklentiler geliştirmiştir. Rahat okuma fontun biçiminden değil, yazının “beklendiği biçimde” sunulmuş olmasından kaynaklanır.
İkinci yanıt, konuyu insanın doğasındaki bazı eğilimlerle açıklar: İnsanda doğuştan var olan bir görsel eğilim — çizgileri birbirine bağlama eğilimi — Times fontunun kıvrımları arasında bir bağ, bir süreklilik görmesini, dolayısıyla akış sağlar. Times türü karakterlerin uç noktalarının farklı biçimlerde kapatılmış olması (yine insanda doğuştan var olan bir eğilim nedeniyle) bütünlük duygusu yaratıp harflerin daha kolay tanınmasına neden olur. (Neredeyse bir yüzyıldır tartışılan bu konu hala “inanç” düzeyindedir, bilimsel bir sonuca bağlanmamıştır.) Yani, gösterenin (signifier) yorumlanmasında insan beyninde doğuştan var olan birtakım algılama eğilimleri kod görevi görüyor deniyor. Aşağıda bu ikinci yanıtın ardındaki düşünceyi anlatmaya çalışacağım.
* * *
Her kar taneciğinin kristal yapısının ötekilerden farklı olması, üzerinde epeyce konuşulan, şaşkınlık yaratan bir konudur. “Ötekiler” sözüyle sayılamayacak kadar çok kar tanesinden söz ettiğimiz için şaşırmamız tabii ki doğaldır. Ancak, neden bu birbirinin tıpatıp aynısı olmama konusunda yalnızca kar tanecikleri konuşulur da diğer mikroskopik nesnelerden söz edilmez? Belki de kar kristallerinin karmaşık ama simetrik yapılarının “güzel” bulunmasının bunda bir payı var. Gerçekte, doğada boyutu ölçülebilir hiçbir nesne birbirinin tıpatıp aynı değil. Örneğin, birbirinin bütünüyle aynı ebad, yapı ve dokuda iki yaprak, iki taş, iki midye, iki bulut, iki geyik, iki insan bulabilmek imkansız.
Bu bize neyi gösteriyor? Bu bize tıpkıbasımın (facsimile), şeylerin birbirinin aynı, birbirinin kopyası olmasının doğanın hiç mi hiç umrunda olmadığını gösteriyor. Öyleyse insanların neden bu kadar çok umrunda bu olgu? Çünkü varlıklarını sürdürebilmek için doğanın rastlantısallığıyla, karmaşıklığıyla savaşmak zorundalar. Sınıflandırma, kategorilendirme, eşit parçalara bölme, gruplama, ölçme gibi eylemler hem doğa düzeniyle savaşım anlamına geliyor, hem de doğa düzeninde varlıklarını sürdürebilme kapasitelerinin yetersizliğinin itirafı. Özetle, insanda sürekli olarak evrenini basitleştirme, tahmin edilemezlikleri en aza indirgeme eğilimi olduğunu söyleyebiliriz.
Yirminci yüzyılın başlarında Almanya’da, psikolojide Gestalt adıyla anılan bir akım başlıyor (Gestalt’ın sözlük anlamı “biçim” ya da “figür”dür). Gestalt kuramlarını geliştiren psikologların görüşünü çok kabaca özetlemeye çalışayım:
İnsanların görsel algılamasında herkes için geçerli, bazı evrensel özellikler var. Deneyler gösteriyor ki, insan basit görsel imgeleri belirli bir yönde yorumlayarak algılıyor. Bu, imgeleri tekrarlı, düzenli, simetrik ve basit biçimlerde algılama eğilimidir. Bu yaradılıştan gelen bir özelliktir (innate).
Gestalt psikologları bu algıyı tanımlamak için Almanca’da “özlü olmak” anlamına gelen prägnanz sözcüğünü kullanıyorlar. Genellikle görsel örnekler vererek her insanda var olduğunu öne sürdükleri “özlüleştirerek” algılama eğilimlerinin bir listesini çıkarıyorlar – bunlar “gestalt kuralları” ya da “gestalt yasaları” olarak bilinir.
İlk bakışta Gestalt psikologlarının insandaki bir tür refleksten, belirli bir koda başvurmaya gerek bırakmayan otomatik yorumlama gibi bir olgudan söz ettiği anlaşılıyor. Ya da bir tür doğal (natürel) kodlardan söz ediyorlar gibi. Ancak, birçok kuramcı bunun da deneyimlerle öğrenmişliğe bağlı olduğunu savunur: bunlar insanın çok erken yaşlardan başlayarak fiziksel çevreyle ve yaşamla başedebilmek için geliştirdiği çözümlerdir. Bunları erken yaşta içselleştirmiş olduğumuz için, düşünmeden, alışkanlıkla yaptığımız için, içgüdüsel sanma yanlışını yapabiliriz. Yani, bunlar içselleştirilmiş kodlardır ve sanıldığı kadar evrensel de değildir diyorlar.
Gestaltcıları eleştiren bu kuramcıların dediklerini kanıtlama yöntemi de yine toplumlararası farklılaşmalara başvurmak oluyor; bazı imgelere değişik toplumlarda değişik tepkiler alındığını söylüyorlar. Örneğin, ünlü Müller-Lyer yanılsaması bunların en bilinenlerinden biridir: Birinin uç noktalarında dışa dönük, ötekinin içe dönük oklar bulunan aynı uzunluktaki iki çizgi bize farklı uzunluktalarmış gibi görünür. Çevrelerinde çok sayıda dikdörtgen biçimlerin olmadığı toplumlardan gelen kişilerin bu yanılsamadan daha az etkilendiğini söyleyenler olmuştur.
İster doğuştan var olsun, ister öğrenilmiş olsun, Gestalt yasaları denen eğilimlerin en önemli yanı, bu farkında olmadan gerçekleştirdiğimiz en basit düzeydeki algılarımızda bile nesnellik (objektiflik) olmadığını göstermesidir: İmge tarafsızca, mekanik bir biçimde fotoğrafladığımız bir görüntü değil, kurguladığımız bir şeydir. En basit “görme” işleminde bile insan baktığı şeyi olduğu gibi değil, “işine geldiği gibi,” yani belirli tercihler yaparak görür. Gerçeklik bizim dışımızda duran, önceden belirlenmiş, deneyimlerimizden bağımsız, önsel (apriori) bir olgu değildir. Gerçeklik değişmez bir mutlak değil, görecelidir.
Şimdi Gestalt yasaları denen eğilimlerin ne olduğuna kısaca bakalım:
Fizyolojik ve/veya psikolojik nedenlerden görsel algı mekanizmasında bir “tercih” söz konusudur. Bu tercihi çok genel olarak üç yoldan yaparız:
- Eksiltme: İşimize gelmeyeni ya da görmekte zorlandıklarımızı görmezden gelme işlemidir.
- Tamamlama: İmgedeki verileri ipuçları gibi kullanıp eksikleri tamamlama, araları doldurma işlemi.
- Düzenleme: İmgedeki belirli ögeleri ön plana çıkarıp başkalarını arka plana itme işlemi.
Gestalt bulguları özellikle “düzenleme” işlemine ve figür/arka plan olgusuna odaklanır: İnsan baktığında hatlarını belirleyebildiği bir görsel birimi ön plana çıkarıp (figür) geri kalanları “zemin” ya da “arka plan” sayar.
Bu konudaki en kalıplaşmış örnek Rubin’in ünlü vazo ve insan yüzleri çizimidir. Bu çizim bakana iki seçenek verir: ya siyah bir zemin üzerinde bir vazo görürsünüz ya da beyaz bir zemin üzerinde birbirine bakan iki yüz. Daha da ilginci, iki figürü eşit ağırlıkta, yani “birbirine bakan iki yüzün ortasında bir vazo” olarak görmek olanaksızdır; beyin, ya birini ön plana çıkarır ya ötekini. Bu çizimi bir kağıda bassanız (çevresinde beyaz alan kalmayacak şekilde) ve çizimi bir resim (ikonik gösterge) değil de kağıt üzerinde herhangi büyük siyah bir leke gibi görmeye çalışsanız yine başaramayacaksınız: temsilin (representation) gücü galip gelecek. Bunu ancak kağıdı ters çevirerek ya da gözünüze yaklaştırarak (bütünü görmeyerek) gerçekleştirebilirsiniz.
İki seçenekli görüntüye çok kullanılan bir başka örnek de ördek-tavşan çizimidir. Buna bakarken de hem ördek hem tavşanı aynı anda göremeyiz, ya birini ya ötekini görürüz. Bir noktaya dikkat edelim: hayatında hiç ördek veya tavşan görmemiş biri, bu çizimde doğal olarak hayvanlardan yalnızca birini görebilecektir.
Gestalt yasalarından bazılarını bitişikteki figürde görebilirsiniz. Internet’te bu konuyla ilgili birçok örnek ve açıklama bulmak mümkün. (Görsel yanılsamalarla ilgili olarak Prof. Michael Bach’ın sitesini özellikle tavsiye ederim: www.michaelbach.de/ot/index.html)
İnsanın görsel algı eğilimlerini göstermesi nedeniyle Gestalt’ın özellikle mimari ve görsel sanat eğitiminde kullanımı artık yerleşmiştir. Gestalt bulgularından yola çıkılarak belirli psikolojik terapi yöntemleri de geliştirildi. Bence Gestalt’ın sinema, dans ve tiyatroda da oldukça önemli bir yeri olması gerekir ama bildiğim kadarıyla bu dalların eğitiminde pek ele alınmaz.
Gestalt psikologlarının yalnızca görsel algıyla ilgilenmiş olduklarını belirtmiştim. Bu bulgular işitsellik için de geçerli olabilir mi? Örneğin, müzikte uzun zamandır tartışılan ve hala pek bir yere varmamış bir konu vardır: minör gamı kullanan müziklerin dinleyende hüzün, özlem, yalnızlık gibi duygular yaratmasına karşılık majör tonların bütünlük, mutluluk, tatmin gibi duygular yarattığı söylenir. (Gerçekte, bu görüşün tersini kanıtlayacak birçok müzik yapıtı sayılabilir ama şimdilik bu genel kanının doğru olduğunu varsayalım.) Buna neden acaba görsel algıdaki Gestalt yasalarına benzer birtakım işitsel algı eğilimleri midir? Yoksa belirli ses bileşimlerinin ürettiği titreşimlerin kulağımızda ve beynimizde yarattığı fizyolojik etkiler midir? Yoksa dil dışı sesleri de mi farkında olmadan öğrendiğimiz ve içselleştirdiğimiz kodlara başvurarak yorumluyoruz? Yoksa işitsel kodları görsel dünyamızın kavramlarıyla ve görsel dünyamızla özdeşleştirerek mi oluşturuyoruz? (Levitin, 38)
Bu bir kalemde sıraladığım sorulardan da anlaşılacağı gibi Gestalt bulgularının müziğe uyarlanması ilerde sözünü edeceğim nedenlerden oldukça güçtür (bkz. “Müzik Algısı: Duygu ve Anlam).” Uzun bir sessizlikten sonra işitsel algı son dönemlerde birden nörologların ve özellikle kognitif psikologların ilgi alanına giriverdi, bu konuda yeni teknolojilerden yararlanılarak ilginç araştırmalar yapılıyor.