“Kompozisyon” denince Türkiye’de yetişmiş kişilerin aklına ilk olarak orta öğrenimdeki yazı dersleri gelir herhalde. Bu bildiğim kadarıyla Fransa’da da böyle. İngiltere ve ABD’de de kompozisyon adı verilen yazı dersleri var (hatta üzerinde “kompozisyon defteri” yazılı defterler bile satılıyor) ama bu ülkelerde bu kelime insanlara öncelikle müzik yapıtlarını anımsatıyor, ikinci aşamada akıllarına gelen de görsel düzenlemeler oluyor.
“Kompozisyon”un kökeni Latince “bir araya getirmek” anlamındaki compositus kelimesiymiş. Bugünkü sözlüklere bakınca da parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturulması, parçaların belirli bir düzene konması, düzenlenmesi gibi tanımlar görüyoruz. Kelimenin pek öyle kendi başına, uygulamadan bağımsız bir kullanımı yok; kullanımı toplumda hangi alanda yaygınlaşmışsa anlamı o kullanımla özdeşleşiyor.
Müzik, dans, bale, yazarlık ve görsel sanat eğitimi veren kurumların hemen hepsinde kompozisyon dersleri var. Tiyatroda kullanıldığına galiba hiç rastlamadım ama sinemada sahnelerin görsel bütünlüğünden söz ederken kullanılıyor (“kurgu,” “montaj” (editing) derken de kastedilen temelde kompozisyon). Ve bunlarda da kompozisyonun anlamı “lokalize” oluyor.
Sanat okullarındaki kompozisyon derslerinde ne öğretiliyor? Merak edenler dikkatli bir uluslararası internet taraması yaparlarsa iki şeyi farkedebilirler:
Birincisi, her sanat dalı doğrudan kendi malzemesinin bir araya getirilişine odaklı oluyor. Örneğin, müzik kompozisyonunda sisteme ait seslerin alt alta ve art arda sıralanma prensiplerinden, seçeneklerden ve örneklerden, balede bale hareketlerinin art arda getirilip düzenlenmesinden söz ediliyor. Tıpkı resim kompozisyonunda görsel ögelerin belirli sınırlar içinde nasıl bir araya getirilebileceğinin, birbiriyle nasıl ilişkilendirilebileceğinin, dengelenebileceğinin irdelenmesi gibi. Bu öğretilerde tabii ki varolan modeller, teknikler, uygulamalar referans olarak kullanılıyor.
İkincisi, bu derslerde kompozisyondan sanki “aile içinde kalacak” bir şeymiş gibi söz ediliyor, hedefin kompozisyonu birilerine dinletmek, izletmek, göstermek ve bir anlam paylaşımı olduğu en azından ikinci planda kalıyor. Bir başka deyişle, kompozisyonun izleyici/dinleyici üzerinde niyet edilen etkinin sağlanması düşünülerek biçimlendirilmesinden söz edildiğine hemen hiç rastlamadım.
Yani, her sektör sanki kendi malzemesinin tutsağı olmuş gibi, çünkü kendini ait gördüğü ortamı temelde bu malzemeyle tanımlıyor. Benzetme yerinde olursa, birinin önünde ardıç ağacı, ötekinin önünde ıhlamur, bir diğerinde çam ve herkes kendi ağacının özellikleriyle, ayrıntılarıyla meşgul. Bu ağaçların hepsinin temelde ağaç oluşuyla, bunların ağaçlığıyla ilgilenen hiç yok gibi. Bilim öğrenimindeki genelden özele varma yöntemi sanat öğreniminde yaygın bir uygulama değil. Bu bence tıp okuluna girenlerin daha ilk günden belirli bir organ üzerinde uzmanlaşmaya başlaması gibi hiç olmayacak bir işe benziyor.
Birkaç sorum var:
“Kompozisyon” diye genel bir inceleme alanı herhalde olamaz ama “sanatta kompozisyon” diyebileceğimiz, her sanat uygulaması için geçerli, sanatlararası “en küçük ortak payda”ya odaklı bir bakış açısı geliştiremez miyiz?
Her sanat yapıtı iletişim amaçlı olduğuna göre, kullanılan malzemenin niteliğindeki farklılıklara bakmadan, “bir araya getirme” konusunda genel saptamalar yapabilmemiz mümkün değil mi?
Böyle geniş açılı bir yaklaşım sanatlarda kalıplaşmış tanımların sorgulanabilmesi, bunların tutsaklığından kurtulup yeni fikirler, yeni bileşimler üretilebilmesi için çok yararlı olmaz mı?
Benim bu sorulara yanıtım, tahmin edeceğiniz gibi, olumlu. Hatta, bu sitedeki notların bütünüyle “gösteri sanatlarında kompozisyon” ya da “performans kompozisyonu” hakkında olduğunu söyleyen olursa bir itirazım olmaz.
Bundan önceki iki bölümde her türlü sanatsal etkinliğin iletişim olduğunu, mutlaka algılayan bir taraf olması gerektiğini, algının bir süreç, dolayısıyla da süre, zaman oluşturduğunu söyledim. Aracısız, yani insan-insana gerçekleşen yapıtlarda (performans) süre, sunan(lar) ve algılayan(lar)ın etkileşimiyle (interaction) oluşuyor. Aracılı sanatlarda aracı statikse süre algılayanın, aracı zaman çizgili (time-lined) ise süre aracının kontrolünde oluyor. Her türlü sanatta süre (duration) söz konusu (her türlü iletişimde olduğu gibi).
Peki, süreyi ne belirliyor? Süreyi yalnızca ve yalnızca hareket ve hareketleri algılayan ve hareketlere öncelik-sonralık atayan beyinler belirliyor. Hatırlarsak, harekete daha teknik anlamda “olay” da diyoruz (ve sesin de hareket olduğunu unutmuyoruz bu arada.)
“Performans kompozisyonu, her türlü performans süresinin oluşturulmasında kullanılan ögelerin bir araya getirilişinin algı açısından incelenmesidir” gibi bir tanım yanlış olmaz sanıyorum. Bu süre performansı sunanlar ve izleyici/dinleyici arasındaki “canlı” etkileşimle de oluşuyor olabilir, izleyici/dinleyicinin algılaması için önceden kaydedilmiş bir zaman-çizgili aracı (film, kaydedilmiş ses gibi) tarafından da oluşturuluyor olabilir.