“İkili karşıtlık” (binary opposition) terimiyle yapıların temeline indiğimizde ulaştığımız niteliklerin üçlü, dörtlü değil, ikili karşıtlıklardan oluştuğu söyleniyor (bkz. “Yapısalcılık ve İkili Karşıtlık”). Neden ikili?
Bunu insan beyninin dijital yapısıyla açıklıyorlar. Beyinlerimizin elektrokimyasal bir yapısı olduğu, ortalama bir beyinde yüz milyar nöron bulunduğu, her nöronun binden on bine kadar başka nöronla bağlantılı olabileceği biliniyor. Nöronların birbirleriyle bağlanma, yani “devre kurma” düzeni insanın en azından yakın gelecekte çözemeyeceği karmaşıklıkta bir sistem oluşturuyor, trilyonlarca devrenin değişik kombinasyonlarda açılıp kapanmasıyla sınıflandırmalar, karşılaştırmalar yaparak çalışıyor. “İnsan aklı insan aklının kavrayamayacağı bir düzende çalışıyor” diye bir paradoks olduğunu söyleyebiliriz herhalde.
Düzeni anlayamıyoruz ama iki nöron arasındaki bağlantının elektrik düğmesi gibi çalıştığını (ya açık ya kapalı) biliyoruz: ya 0 ya 1, ya siyah ya beyaz, ya aşağı ya yukarı. Dijital yapı denmesine neden bu. Nöronların bilgisayarlar gibi açık/kapalı devreler yarattığı, “işlemlerin” bu yolla gerçekleştiği artık biliniyor (Levitin, 87-88).
Buna karşılık, doğanın dijital bir yapısı yok, doğa kendini insan beyninin yapısına göre düzenlemiyor, doğada süreklilik (continuum) var: her şey değişiyor, yani her şey hareket halinde, ama bu geçişli, sürekli, analog bir değişim. Doğayla başedebilmek için, yani varlığımızı sürdürebilmek için doğayı anlamlandırabilmemiz gerekiyor, anlamı da ancak doğaya dijitler atfederek yapabiliyoruz.
Örneğin, karanlıkla aydınlığı birbirinden ayıran bir çizgi yok, giderek kararma ve giderek aydınlanma var. Biz bu doğa hareketini kavrayabilmek için toprağa bir sopa saplayıp güneş ışığının yarattığı gölgeyi izliyoruz, yere eşit aralıklı çizgiler çekip gölgeyi ölçmeye, tekrarları saptamaya, bundan saat, gün, hafta, ay gibi dijital sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz. Yani, doğanın bir ölçüte göre hareket etme kaygısı yok; ölçüt bizim doğayı anlamlandırabilmek için yaratıp uyguladığımız bir şey ve beyinlerimizin yapısı nedeniyle de bu ölçütler hep ikili karşıtlık, yani birinin varlığı ötekinin yokluğuna işaret eden ikiliklere (duality) temelli oluyor.
Siyah-beyaz tamam da, gri ne oluyor? Elektrik düğmeleri her zaman aç/kapa (switch) türünden olmuyor, reosta (dimmer) olanlar da var. İyi-kötü tamam, peki “iyi değil” ne oluyor? Bu sorular akla gelebilir.
Önce, yukardaki birkaç paragrafta söylediklerim hakkında yazılmış binlerce sayfa olduğunu, karşıtlıkların derecelendirildiğini, sınıflandırıldığını bildireyim — ben burada anafikrin anafikrinden söz ediyorum. Karşıtlıklar ve bunların kültürdeki kullanımları antropolojiden etnografiye, sosyolojiden dilbilime birçok disiplinin ilgi alanına giriyor. Akla gelebilecek bu sorulara yanıt da şu: Ara değerlerin saptandıkları anda ne oldukları kadar ne olmadıklarıyla da kavrandıklarını hatırlatayım. Reostada ya da radyomuzun volume düğmesinin çevresinde sayılar, çentikler olmasa da pozisyonu diğer pozisyonlara göre kavrıyoruz: “az kısık-çok kısık” gibi. “İyi değil” dediğimizde “iyi-kötü” karşıtlığı yerine “iyi-iyi değil” karşıtlığı devreye giriyor.
Bu söylediklerim özellikle dilbilimci Roman Jakobson ve yapısalcı antropolog Claude Lévi-Strauss’un ortaya attığı en temel görüşlerdir. Bu görüşlere sonradan eklemeler ve itirazlar oldu; örneğin, yapısalcılık-sonrası (poststructuralizm) ve yapıbozma (deconstructionizm) olarak anılan akımlar bunlarla biçimlendi denebilir. Ancak, eğer bir şeyleri atlamadıysam, okuduklarımdan gördüğüm kadarıyla beynin dijital yapısı ve algıdaki ikili karşıtlık ilkesine karşı çıkan olmadı. Herkes doğanın kayganlığını, sürekliliğini ikili karşıtlıklarla kavranır hale getirmeye çalıştığımız konusunda hemfikir. Hatta, bunun gide gide toplumsal yaşamın en temelindeki özgün niteliği, “doğa-kültür” ikili karşıtlığını oluşturduğu da herkesçe kabul ediliyor. İtirazların büyük bir bölümü karşıtlıkların rastlantısal görülmesine, ardındaki sosyopolitik biçimlenmelerin gözardı edilmesine, ideolojilerdeki ağırlığının vurgulanması gerekliliğine, vb. odaklı oldu.
İkili karşıtlıkların toplumsal yaşamın biçimlenmesinde ve işleyişindeki rolü hem pratik hem de stratejik açıdan son derece önemli. Bunu açıklamaya çalışayım:
İnsanlar iki kolla doğuyorlar. Mimarimiz böyle.
İki kolumuz ve bunların uzantısı ellerimizin birbiriyle bir kavgası, bir sorunu var mı? Yok.
Aralarında fark var mı? Var.
Nedir?
Aralarında yaratılıştan gelme bir güç ve biraz da kontrol yeteneği farkı var.
Bu bir sorun mu?
Değil, biri bir işi tek başına yapabiliyorsa yapıyor, yapamıyorsa öteki yardıma geliyor, geçinip gidiyorlar.
Peki, bunları birbirinden nasıl ayırdedeceğiz?
Birine “sağ” adını veririz, ötekine “sol.”
Hangisi sağ, hangisi sol?
Daha güçlü olana sağ diyelim, ötekine de sol. Bütünüyle rastlantısal ve yalnızca ayırdedebilme amacı taşıyor. (Solaklar da güçlü olana sol, ötekine sağ diyerek öğrenirler.)
Buraya kadarı anlaşılır, mantıklı bir durum.
Şimdi, İslami gelenekte ellerin kullanımıyla ilgili bir işbölümü yerleşmiş: Yemek sağ elle yenir, içecek sağ elle tutulup içilir, başka birisine yiyecek ya da içecek ikramında sağ el kullanılır. Buna karşılık, tuvalette sol elle temizlenilir, üreme organları, sümkürülürken burun sol elle tutulur.
Alafranga tuvaletin, tuvalet kağıdının, taharet musluğunun oldukça yeni buluşlar olduğunu (ve dünyada halen bunları kullanmayan milyonların olduğunu) düşünürsek, eller arasındaki bu işbölümünün çok sayıda hayatı kurtardığı herhalde tartışılmaz bir gerçektir. Kurallaştırıldığı zamandaki temel kaygının temizlik ve sağlık olmuş olabileceğini varsaymak mantıksız olmaz sanırım. Kuralın dinle bütünleşmesi, günahlaştırılma yoluyla yaptırım sağlanmış olması da son derece akla yatkın, çünkü insanın gözden ırak, mahrem ortamlarda yaptığı ama toplumu ciddi biçimde etkileyebilecek (kolera, parazit) bir davranışı kontrol etmeye çalışıyorsun. (Poposunu sağ eliyle temizleyene hapis cezası vermek gibi yöntemlerin geçerli olamayacağı bir konu.) Yemek yemeyi tuvalete gitmekten daha sık yaptığımıza göre, yemek konusuyla daha sık kullandığımız sağ elin ilgilenmesi de bence son derece doğru bir seçim.
Hala her şey anlaşılır durumda ama, o arada bakıyoruz ki üç ikili karşıtlık birbiriyle yan yana geliverdi:
- Sağ el – Sol el
- Güçlü – Güçsüz
- Yiyecek – Dışkı
Sağ elin güçlülükle ve yiyecekle, sol elin güçsüzlükle ve dışkıyla ilişkilenmesi yukarda açıkladığım işlevsel nedenlerden akla yatkın, ama bu arada güçlünün yiyecekle, güçsüzün dışkıyla ilişkilenmesi gibi bir durum ortaya çıkıverdi.
Bu tür ilişkilenmeye yapısalcılıkta “alignment” adı veriliyor, ben “hizalanma” olarak çeviriyorum (belki “paralelleşme” de denebilir). Bununla ikili karşıtlıkların aralarında işlevsel ya da paradigmatik değil, konumlarındaki, yapılarındaki, kaynaklarındaki benzerlikler nedeniyle ilişkilenmesi kastediliyor. Bu tür ilişkinin niteliğine homolojik (homologous) deniyor.
Mizahta eleştirisine çok sık rastladığımız “düz mantık” benzeri bir ilişkilendirme biçimi bu: Adam ağır hasta yatıyor, doktor öğrencileriyle giriyor odaya, “işte” diyor, “bu hastalığın bütün belirtilerini yüzde görebilirsiniz, gözler ve avurtlar çökmüş, burun uzamış, ağız sarkmış, cilt sapsarı.” Hasta gözlerini aralayıp mırıldanıyor: “sen kendin sanki dünya güzelisin.” Ya da, örneğin, topa iyi vurduğu, iyi koştuğu için ünlenen bir futbolcunun sağlıklı beslenme konusundaki öğütleri doktorların söylediklerinden nasıl daha etkili olabiliyorsa, bu futbolcunun siyasi görüşleri de kitleler tarafından çok ciddiye alınabiliyor.
Homolojik hizalanmaların toplumsal yaşamdaki kodların ve mitlerin oluşumunda çok etkin ve etkili rolü olabiliyor. Yukardaki örneğe dönelim: Yiyecek yaşamın sürebilmesini sağladığı için yararlı ve iyi, dışkı gövdenin gereksiz görüp attıkları olduğu için yararsız ve kötü sayılıyor. Bu doğrultuda yiyecekle ilgilenen sağ el durup dururken daha da terfi ediyor ve gövdenin sağ tarafını da peşinden getiriyor: Örneğin, dini gelenekte aptes önce sağ, sonra sol düzeninde alınıyor, camiye, eve, işe sağ adımla giriliyor, pantolona önce sağ bacak, gömleğe, cekete önce sağ kol sokuluyor. Buna karşılık tuvalete sol adımla giriliyor.
Bu sağ-sol ayrımı Hinduizm’de de İslam’da olduğu kadar güçlü. Hristiyanlık da yeri geldiğinde ayrımını yapıyor: örneğin, yemin ederken sağ el kalkıyor, şeytan sol tarafla özdeşleştiriliyor, İngilizce’de “sağ” anlamındaki “right” kelimesi aynı zamanda “doğru,” “uygun,” “hak,” “haklı” anlamına da geliyor, vb.
Bu tür ikili karşıtlıklardan yola çıkılıp yepyeni virajlar alınabiliyor, bir noktada artık nereden yola çıkıldığı hatırlanamıyor bile. Örneğin, yiyecek sağ-güçlü-iyi-yararlı-imtiyazlı-makbul tarafla hizalandığı için yiyeceğin gövdeye girdiği belden yukarı bölüm, atıklarla ilgili belden aşağı bölüme göre üst-ünlük kazanıyor. Atıkların çıkışını sağlayan belden aşağı organların ikinci işlevleri de hizaya geliveriyor, cinsellik olumsuz özdeşleştirmelere maruz kalıyor. Kutsal nesnelerin belden aşağıda tutulmaması gerektiği söyleniyor. Ekmeği yere düşürürsen öpüp alnına dokunduruyorsun.
Homoloji bir başladı mı durmuyor: “aşağılık, alçak” gibi küfürler ürüyor, gövdenin belden aşağı bölümlerine verilen adlar hakaret için de kullanılırken, göz, baş, beyin gibi tepedeki organlar olumlu benzetme malzemesi oluyor. “Giriş” genel olarak olumlu, “çıkış” olumsuz çağrışımlar ediniyor. Örneğin, benim büyüdüğüm Doğu Anadolu şehrinde o zamanlar kanalizasyon yoktu. Bahçede toprağın altında yan yana iki kuyu vardı, mutfaklardan gelen atık sular birine, tuvaletlerden gelenler ötekine akardı. İkisinin aynı kuyuda birleşmesinin günah olacağı düşünülmüştü.
Nereden başladık, nereye geldik? İki adet kolumuz ve bunların uzantısı ellerimiz olduğundan başladık. Bu kadar gürültü patırtıyı başlatan herhalde el ve kollarımızın yaşamımızdaki işlevsel önemi ve iki adet oluşları. Gözlerimiz, kulaklarımız, burun deliklerimiz de iki adet ama bunlarla ilgili tarafsal ayrımcılıklara pek rastlamıyoruz, “büyüklerini sağ, küçüklerini sol kulağınla dinle” ya da “güzele sağ gözle bak, çirkine sol” gibisinden.
Bu arada on adet de parmağımız var ve bunlar da ellerin bir parçası, işlere çok büyük katkıları oluyor ama parmaklar konusunda işbölümleri, karşıtlık atamaları, hizalandırmalar hemen hiç yok: çünkü, milyarlarca nöronunun trilyonlarca devrelerle yanıp söndüğü beyinlerimiz parmak hesabına gelince galiba çuvallamaya başlıyor, “bunların hangisini hangisiyle karşıtlaştırayım, kafam karışıyor” diyor.
– SONRAKİ –>