İnsan beyni sürekli anlam üretir.
Bu sözleri okuyunca dudak büken arkadaşlar olursa: Anlam üretiminin en temel aracı dil (Türkçe, İngilizce, vb.) olduğuna göre, bildiğiniz dili veya dillerden birini kullanmadan düşünmeyi deneyin. Daha da basiti, kısacık bir süreliğine düşünmemeyi deneyin isterseniz.
Varlığımızı sürdürebilmek için anlam üretmek ve bunu birbirimize iletmek, birbirimizle paylaşmak zorundayız.
Bu gerçekliğin incelemesine iki koldan yaklaşılıyor: Birinci yaklaşıma akademik dünyada genel olarak “iletişim” (communication) adı veriliyor. Bu anlayıştaki incelemeciler için yukardaki cümlede vurguladığım üç anahtar sözcükten “iletmek” ön planda. Bunlar iletişimi genellikle yatay bir doğrultuda yer alan bir “süreç” olarak görüyorlar ve mesajların bir noktadan başka bir noktaya gönderimine (transmission) odaklanıyorlar, bunun sonucunda da inceleme konularını öncelikle iletişim aracı, kanal, verici, alıcı, parazit, geribildirim gibi konular oluşturuyor. Bu nedenle, bu yaklaşımın teknolojiyle yakın ilişkisi var ve bugün “iletişim” denilince akla ilk gelen bu oluyor.
İkinci yaklaşım iletişimde öncelikle anlamın üretimine ve paylaşımına odaklanıyor: Anlam nedir, nasıl oluşuyor, nasıl algılanıyor? Anlam birimlerinin oluşumu ve yorumuna öncelik verdiği için kültür, dil ve sanatla ilişki kuruyor. Bu yaklaşım da genel olarak “semiyoloji” (semiology ya da semiotics; Türkçesi göstergebilim) ve onun uzantısı olan “yapısalcılık” (structuralism) olarak adlandırılıyor.
[Böyle terimleri görünce bazı okurlar hemen istifayı basmaya yeltenebilirler. Terminoloji fobilerini depreştirecek bir durum olmadığını, konuyu en anlaşılır dille anlatabilmek için kendimi paralamakta olduğumu bildiririm.]
Yukarda iki farklı yaklaşımdan söz ederken “genel olarak,” “öncelikle” gibi kelimeler kullandım, çünkü bu iki anlayış birbirinin karşıtı değil, aralarında birbirini tamamlayan, birbiriyle sık sık örtüşen bir ilişki var. Bir bakıma incelemeye nereden başlanacağı konusunda bir tercih farklılaşması denebilir. (Fiske, 2)
Konumuz sanat olduğuna göre ve her sanat yapıtı iletişim, yani anlamın birileriyle paylaşılmasının hedeflenmesi olduğuna göre, yola öncelikle anlam olgusundan çıkmamız gerektiğine inanıyorum. O nedenle de bizim işimize en çok göstergebilimin (semiyoloji) yarayacağını düşünüyorum. Bunu “iletişim” binasına sol taraftaki değil de sağ taraftaki kapıdan girmeye benzetebilirim: Binanın içindeki her şey ilgi alanımıza giriyor ve yeri geldiğinde diğer yaklaşımın bulgularından da söz edeceğim ama ben girişi sağdaki göstergebilim kapısından yapmayı daha uygun buluyorum.
GÖSTERGEBİLİM (SEMİYOLOJİ)
İlerdeki bölümlerde meramımı anlatabilmem için işe göstergebilimin en temel kavramlarını (elimden geldiğince kısa ve anlaşılır bir biçimde) açıklamakla başlamam gerekiyor. Belirtmemde yarar olabilir: Amacım göstergebilim öğretmek değil, gösteri sanatları üzerine düşünürken göstergebilimin en temel kavramlarını kılavuz olarak kullanmak. Aşağıda yazacaklarım göstergebilimin kurucuları olan Ferdinand de Saussure ve Charles Sanders Peirce’ün söylediklerinden son derece basitleştirilmiş bir karma olacak. [Yaklaşımım konusunda biraz daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler şu ek bilgi sayfasını okuyabilirler: Ek Bilgi 1]
[Latince ya da Yunanca kökenli, evrenselleşmiş terimlerin Türkçeleştirilmesini sorgulayanlardanım. Amaç Türkçe konuşanların terimi anlamalarıdır ama çeviri genellikle terimin yorumlanmasına ve anlamın belirli bir yöne çekilmesine neden oluyor. Semiyoloji’nin çevirisi olarak “göstergebilim” tuttu, ben de burada mecburen bunu kullanacağım ama dikkat ediniz, “gösterge”nin görsellik çağrıştırması terimin kapsamını daraltıyor, işitseli dışta bırakıyor. “Göstergebilim” de yanıltıcı çünkü semiyoloji bir bilim dalı değil, bir inceleme yöntemi.]
Göstergebilimin incelemeleri birbirine kaynaklık eden üç alanda toplanır — iç içe, giderek büyüyen üç daire gibi görebilirsiniz bunları:
1. Gösterge
Göstergebilimin çekirdeğini aşağıda anlatmaya çalışacağım, en küçük anlam birimi sayılan gösterge oluşturur.
2. Kodlar
Göstergenin anlam birimi niteliği kazanabilmesi ve iletişimin gerçekleşebilmesi için yorumlayanın başvurduğu, öğrenmiş olduğu geleneklerin, kuralların, daha genel anlamda, göstergeleri düzenleyen “sistemlerin” olması gerekli. Bunlara göstergebilimde “kod” (code) adı veriliyor.
3. Kültür
Gösterge ve kodların uygulandığı, kullanıldığı genel toplumsal yapı ve tüm anlamlandırma etkinlikleri.
GÖSTERGE
Göstergebilim için anlam üretimini ve algılanışını anlamaya çalışan inceleme (study) alanı diyoruz. Buna da gösterge (sign) adı verilen anlam birimlerini inceleyerek ulaşmaya çalışır (Latince signum; belirti, işaret, sinyal).
Göstergebilimin incelediği gösterge (sign) nedir? En yaygın kestirmeden tanım (Peirce’in tanımlarından en basit olanı): Birisine göre bir şey başka bir şeyi belirlediğinde (ya da kendi dışında bir şeyin yerine geçtiğinde) gösterge olur.
[Burada Türkçe “belirleme” sözünü İngilizcedeki “determine,” “yerine geçme” sözünü de “standing for”un düşünebildiğim en yakın karşılıkları olarak kullanıyorum.]
Bu tanımın ne demek istediğini anlamanın bir yolu, cümlenin dört parçadan oluştuğuna dikkat etmek olabilir:
1. Birisine göre
2. bir şey
3. başka bir şeyi
4. belirlediğinde
Şimdi bu tanımın açıklamasına birkaç örnekle başlayalım:
Örnek: Türkçe bilen iki kişiden biri ötekine dönüyor ve bir miktar havayı ağzından dışarı verirken önce dilinin arka kısmını damağına yapıştırıp “G” harfiyle simgelenen sesi, ardından dilini indirip “E” harfiyle simgelenen sesi, sonra da dilinin ucunu damağının ön kısmına yapıştırıp “L” harfiyle simgelenen sesi çıkarıyor, karşısındaki yerinden kalkıp geliyor.
Örnek: Gözleri görmeyen biri bir kumaş parçasına dokunup “kadife” diyor.
Örnek: Köfteci sokakta köftelerini ateşe koyuyor, dumanı yükselip penceremizden içeri girip burnumuza ulaşınca “köfteci geldi” diyoruz.
Örnek: Birisi kolunu dimdik havaya kaldırıp işaret parmağını uzatınca “söz istiyor” diyoruz. Aynı kol ve parmak omuz seviyesine inince “bir şeye işaret ediyor,” kol dirsekten kırk beş derece bükülünce “tehdit ediyor” diyoruz.
Örnek: trafik ışığı kırmızı yanınca arabayı durduruyoruz.
“G-E-L” harfleriyle simgelenen ses dizisinin ne yapısında ne de çıkarılış biçiminde gelme hareketini çağrıştıran, taklit eden, ima eden hiçbir şey yok. (Lütfen önceki cümleyi iki kez daha okuyun.) Bu işitsel şeyin tek işlevi, duyan kişinin beyninde bir kavramı (concept) gidip buluyor olması. Bu şey beş duyumuzdan biriyle ya da birkaçıyla kavranabilir, fiziksel varlığı olan herhangi bir şey olabilir — sözcük, imge, hareket, koku, tad, doku, ses, vb. Yani, elle tutulur, gözle görülür, kulakla işitilir, dille tadılır ve burunla koklanır bir şey. Göstergenin bu fiziksel parçasına “gösteren” (signifier) diyoruz. Örneklerdeki “gel” sesi, kumaş, köfte kokusu, kol görüntüsü ve kırmızı ışık göstereni oluşturuyor.
“Gel” sesinin oturan adamın kalkıp yürümesine neden olması, o adamın beyninde gelme hareketinin kavramının yerine geçmesi oluyor. Dikkat: “gel” ses dizisi gelme hareketinin değil, gelme kavramının, zihinsel bir şeyin yerine geçiyor. Türkçe bilmeyen birine “gel” dersen gelmez, çünkü zihninde bu sesin karşılığı olan bir kavram yok. Kırmızı trafik ışığını görünce durmamız, ışığın “arabayı durdurma” kavramıyla ilişkilenmesi sonucunda oluyor (ışık ayağımızı kaldırıp frenin üstüne koymuyor). Gösterenin “gönderme yaptığı” kavrama “gösterilen” (signified) deniyor.
Gösteren ve gösterilen (signifier-signified) birlikte “gösterge” (sign) adını verdiğimiz anlam birimini oluşturuyor. Bu birimi oluşturma işlemine de “gösterme” (signification) diyoruz.
Göstergenin iki parçasını birbirine bağlayan, birbiriyle ilişkilendiren bir beyin söz konusu. (Peirce’in deyişiyle, “deneyimlerle öğrenebilme yeteneği olan bir akıl.”) Bir göstergenin oluşabilmesi için birisinin, yani bir beynin gösteren-gösterilen ilişkisini kurması şarttır. Ben buna “yorumlayan” (interpreter) diyeceğim. Yorumlayan olmadan gösterge olmaz (sokaktan gelen köfte kokusunu koklayan bir burun ve o burnun bağlı olduğu bir beyin olmadığı sürece köfte kokusu kendi kendine istediği kadar koksun, gösterge kimliği kazanamaz). (Bu “yorumlayan” terimine konuyu çok basitleştirerek, çok kestirmeden ulaştığımı belirteyim.)
Yukardaki tanıma terimler açısından tekrar bakalım:
1. Birisine göre = yorumlayan (interpreter)
2. bir şey = gösteren (signifier)
3. başka bir şeyi = gösterilen (signified)
4. belirlediğinde = gösterme (signification)
Peki, burnuna köfte kokusu gelen kişinin beyni neye dayanarak buna köfte kokusu diyor da parfüm kokusu, gaz kokusu, alkol kokusu demiyor? Yorumlayan yorumunu neye göre yapıyor? Bu bilgi nereden geliyor?
Bu bilgi hayatı boyunca deneyimleriyle öğrendiklerinin toplandığı bir depodan geliyor. O depoda o kokunun köfte kızartılınca çıktığını belirten, o kumaşa kadife dendiğini belirten, kırmızı ışığın durmak gerektiği anlamına geldiğini belirten birtakım birimler var. Bu birimler kişinin daha önceden oluşturup depoya atmış olduğu anlam birimleridir, yani göstergelerdir. Yani, kabaca, yeni bir göstergeyi eski göstergelere başvurarak oluştururuz, bunlar yorumlayanın belleğindeki referans kaynaklarını oluşturur.
Sonuç olarak, bir göstergenin başka bir göstergeyi doğurduğundan, bir zincirleme süreçten söz ediyoruz. Buna semiosis deniyor, belki “zincirleme gösterme” diye çevirebiliriz (Umberto Eco “sonsuz semiosis” (unlimited semiosis) adını veriyor) (Eco, 69).
Göstergenin düşünebildiğim en basit açıklaması bu ve amacımız açısından yeterli olduğunu sanıyorum.