Şimdi genel bir tavır belirlemesi yapalım:
Futbolcu kaleye gitmesini isteyerek ve kaleye gideceğini düşünerek topa vuruyor, top dışarı gidiyor.
Ya da çekici elimize alıp bir çivi çakmaya kalkıyoruz ve çekici çiviye vurayım derken parmağımıza indiriyoruz.
Bu iki basit örnekle günlük yaşamda da, sanatlarda da her zaman dikkat etmemiz gereken bir kavramın açıklamasına giriş yapmak istedim. Söylemek istediğimin temel formülü şu:
Yanlış, amacın hedefini bulmamasıdır.
Türkçe’deki “evdeki hesap çarşıya uymadı,” “kendi kendine gelin güvey oluyor” deyişleri bu kavramı çok iyi anlatıyor. Daha iyisi de var: “Neye niyet, neye kısmet!”
[Burada sözünü ettiğimiz “yanlış,” İngilizce’deki “mistake, error, blunder” karşılığı, yani “yanılma” anlamında olan yanlış. Türkçe’de aynı sözcük İngilizce’deki farklı anlamı olan “false, incorrect” karşılığı olarak da kullanılıyor (True/False = Doğru/Yanlış).]
Gerek futbolcunun şutu, gerekse çekiç darbesinde iletişimsel bir taraf yok, çünkü karşıda muhatap olunan bir beyin yok. Konumuz sanat, sanatın temeli de anlam iletişimi olduğu için “yanlış” kavramını “beyinlerarası” düzeyde örneklemeye devam edelim:
Bir zamanlar bir yerde şuna benzer bir demeç okumuştum:
“Yönetimin bu uygulaması yanlıştır. Bu uygulamanın amacı, binlerce kişinin zarar görmesi pahasına birkaç kişiye yarar sağlamaktır.”
Bu demeçte “yanlış” sözcüğünün kullanımı dikkatimi çekmişti: bir yönetimin belirli bir amaç doğrultusunda bir uygulama başlattığı söyleniyordu. Söz konusu uygulama için “adaletsiz” sözü kullanılabilirdi, “zalimce” denebilirdi, “uygunsuz” denebilirdi ama “yanlış” sözü doğru anlamda kullanılmamıştı. Eğer yönetim herkesin yararına olacağını düşünerek bir uygulama başlatmış ama sonuçta istemeyerek büyük çoğunluğa zarar vermiş olsaydı, o zaman yapılan işe “yanlış” denebilirdi. Ama eleştiriye bakılırsa, söz konusu yönetim uygulamayı sonuçlarını hedefleyerek başlatmış ve hedefine ulaşmıştı.
Ya da:
Ahmet tanınmayacağını düşünerek kılık değiştiriyor ama karşısına ilk çıkan “hayrola Ahmet, bu ne kılık?” diyor. Ahmet hedefi ciddi biçimde ıskalamış oluyor.
Diyelim ki bir dans topluluğu aylarca çalışıp neredeyse milimetrik mükemmellikte simetrik kompozisyonlar yaratıyor, hareketleri hepsi tornadan çıkmışçasına aynı anda, aynı biçimde yapıyor ve kendi her zamanki izleyicileri çok beğeniyor. Kalkıp, söz gelişi, Belçika’daki bir çağdaş dans festivaline gidiyorlar, bakıyorlar ki millet “güzel” bulmak bir yana, “bu köhnemiş estetikle ne demeye vakit kaybediyorsunuz?” diyor.
Düşük bir ihtimaldir ama diyelim ki bir grup tiyatrocu eğlendirici, ilgi çekici bir iş yerine “öyle dayanılmaz sıkıcılıkta bir oyun sahneleyelim ki, on beş dakikada salonda tek izleyici kalmasın, çıkıp gitsinler” diyor. Dedikleri olursa gerçekten de dayanılmaz bir iş yapmış olurlar ama “yanlış” bir iş yapmış olmazlar. Öte yandan, aradan bir saat geçer ve izleyici merakla izlemeye devam ederse, evdeki hesap çarşıya uymamış olur, yani sonuç “yanlış”tır.
Şahsen görmüş olduğum bir olay: bir kadın dansçı insanların savaşmasını eleştiren bir parça hazırlayıp sunuyor. Gösteriden sonra izleyicilerine izlenimlerini soruyor, “o yerde kıvranma sahnesinde neredeyse nefesim kesildi; ne kadar atletiksiniz; o çığlığı attığınızda yerimden iki metre sıçradım” gibi yanıtlar alıyor ama savaştan falan söz eden tek kişi çıkmıyor. Bence bu dansçının eve gidip kendine bir çay demlemesi ve oturup dansın ne dereceye kadar bir şeyin “hakkında” olup olamayacağını derin derin düşünmesi gerekir.
Sinema eleştirmenleri başlıca hedefi eğlendirmek olan, ticari amaçlı bir filme gitse ve filmin bu nitelikleri nedeniyle “kötü” olduğu kararına varsa, bu, filmin eleştirmenler tarafından kötü bulunduğunu gösterir. Ama eğer binlerce insan filme koşuyor, gişe rekorları kırılıyorsa, bu da filmin eğlenceden öte bir beklentisi olmayan kitleler tarafından “iyi” bulunduğunu gösterir. Şimdi böyle bir durumda filmin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu beğenip beğenmeyenlerin kelle sayısı mı belirleyecek? Yoksa demokratlığı bir kenara bırakıp bu işlerin uzmanı durumundaki okumuşlar kötü diyorsa kötüdür mü diyeceğiz? “İyi” ile “kötü”nün farkını belirleyen birtakım evrensel kuralların olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu sorular iyi/kötü ayrımının izleyicinin birikimine, belirli bir yer ve zamandaki beklentilere göre değişen göreceli bir kavram olduğunu gösterir. Sıradan bir izleyici “giderim, görürüm, beğenirsem iyidir, beğenmezsem kötüdür” deyip işin içinden çıkabilir ve bu onun açısından oldukça da doğru bir tavır olur. Ancak, gösteri sanatını kendine iş edinmiş bizlerin farklı bir tavrı olması gerekir: Bizlerin bu olguları irdelemek, inceleyebilmek için kendimizi iyi/kötü türünden sıfatlardan kurtarıp bir adım, hatta ne kadar atabilirsek o kadar adım geriye çıkmamız, nesnel bir açıdan bakabilmemiz ve sürekli olarak “neden?” sorusunu sorabilmemiz gerekir. Bu açıdan baktığımızda da bir yapıtı değerlendirmekte başvurabileceğimiz en güvenilir ölçüt, üreten konumundakilerin hedeflerine ulaşıp ulaşmadıklarıdır.
Özetleyeyim:
1.
Eğer sanat yapıyorsan, bunu en az bir kişinin görmesi ve/veya duyması gerekliliği kaçınılmazdır. Sanat olgusunun en vazgeçilmez parçası bu (öbür türlü bunun adına sanat değil, kendi kendine meşguliyet, eğlence, terapi falan deniyor).
2.
Sanat yapıtını oluştururken görecek, duyacak kişilerin bu işi nasıl algılayacaklarını ya da algılamalarını istediğini düşünüyorsun, planlıyorsun. İzleyiciye en boşvermiş görünen kişi bile en azından bu boşvermişliğinin algılanmasını, anlaşılmasını istiyor. Yani, evde hesap yapman ya da nişan alman da kaçınılmazdır.
3.
Evdeki hesabının çarşıya uyması, yani ilettiğin anlamın niyet ettiğin biçimde algılanması işin püf noktasını oluşturur. Hedefini ıskalarsan bir yerde bir yanlış yapmış olursun. “Ben bunları rastgele ortaya atarım, herkes ne anlam çıkarırsa onu çıkarır” diyebilir misin? Tabii ki dersin — ve senin niyetin, amacın da bu olmuş olur.
Bu notlarda çıkış noktamızı sanatın herşeyden önce bir anlam paylaşımı, bir iletişim ortamı olması oluşturuyor. Bizi ilgilendiren, anlamın nasıl iletildiği ve algılandığı ve amacın hedefini bulması ya da bulmamasındaki nedenlerdir. Bu açıdan baktığımız için de bir Chopin piyano parçasıyla bir rap parçasını, bir bale yapıtıyla kukla tiyatrosunu aynı masaya yan yana yatırıp inceleyebiliyoruz.
– SONRAKİ –>