12 Düzanlam ve Yananlam

HandsYan yana iki fotoğraf görüyorsunuz. Her ikisinde de siyah zemin önünde bir el görünüyor. İki el de aynı kişinin aynı eli gibi. Kadından çok erkek eline benziyor. Her ikisinde de elin içi kameraya dönük.

Soldaki fotoğrafta işaret parmağıyla orta parmak birbirinden iyice açık biçimde havaya dikilmiş, diğer parmaklar kapalı.

Sağdaki fotoğrafta yine işaret parmağıyla orta parmak açık ama birbirine yapışık, yüzük parmağı kapalı, baş parmak yüzük parmağının üstüne katlı, küçük parmak da açık.

Bu fotoğraflarda ilk bakışta ne görüyorsak onu betimledik. Bu “ilk tanıma”ya göstergebilimde “düzanlam yükleme” (denotasyon, denotation) aşaması deniyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan gösterge de “düzanlam göstergesi” (denotatif gösterge, denotative sign) oluyor.

[“Denotative” sözcüğünün İngilizce’deki karşılığı “literal.” Türkçe’ye “sözlük anlamında” diye çevriliyor, yani bir kelimenin sözlükteki tanımı, en beklenir, en ilk akla gelen anlam.]

Şu, özellikle sanatlarla ilgilenen kişiler için, çok önemli: Hiçbir gösterge düzanlam düzeyinden öteye gitmemezlik edemez, “ne ise o” olarak kalamaz. 

Açıklamaya çalışayım: Fotoğrafların yukardaki betimlemeleri oldukça “nesnel” duruyor ama gerçekte bir göstergeyi düzanlam düzeyinde betimlerken de öğrenip dağarcığımıza atmış olduğumuz bilgilere başvuruyoruz: fotoğraftaki bir el (diz, ayak, masa, pırasa değil), elin parmakları olur, içi vardır, dışı vardır, vb.

Ve insan beyni orada durmuyor, “bunlar el fotoğrafları” deyip bırakmıyor, hemen yeni anlam katmanlarına atlıyor. Örneğin, bu el biçimlerinin simgesel bir yanı var mı diye bakıyor: Soldaki birçok toplumda bilinen V (Victory), yani zafer işaretini yapıyor görünüyor. Sağdaki ise çoğumuz için tanıdık bir simge değil (Yoga yapanlara Surya Mudra pozisyonu olarak görünebilir). “O zaman ikinci de bir anlama geliyor da ben mi bilmiyorum acaba?” ya da “Neden bu iki fotoğraf yan yana?” gibi sorular gelebilir akla.

Yani, algılayan düzanlamdan ötelere açılıyor, göstergeyi farkında olarak ya da olmayarak “bağlam”a (context) ve “gizli” göstergelere göre anlamlandırmaya çalışıyor ve Rusların açtıkça içinden yeni bir bebek çıkan Babuşka bebekleri gibi bir süreç oluşuyor (bkz. “Seçim ve Sıralama” bölümü). Bu düzanlam ötesi aşamaya “yananlam yükleme (connotation) aşaması deniyor. Bu aşamada ortaya çıkan göstergeler de yananlam göstergesi ya da “çağrışımsal gösterge” (connotative sign) oluyor. Çağrışımsal göstergeler için “göstergenin göstergesi” nitelendirmesi de yapılır.

Örneğin, bu notları okuyan kişi bu sitedeki “bağlamı” biliyor, bu sayfayı açıp da yukardaki fotoğrafları görünce, bunların iletişimle ilgili bir konuda örnekleme amacıyla konduğunu tahmin eder. Ama bu fotoğrafları bir resim galerisinde duvara asılı görse büyük olasılıkla aklına “bu, sergilemeye değer bulunmuş bir sanat yapıtı, neden acaba?” sorusu gelecektir, çünkü her resmin her galeride sergilenemeyeceği, orada “sanattan anlayan” bir küratörün seçiminin söz konusu olduğu gibi bilgiler edinmiştir. 

Düzanlam ve çağrışımsal anlam yükleme konusunu en çok önemseyen ve irdeleyen kişilerden biri Roland Barthes oldu. Barthes’ın bu konudaki düşüncelerini kendi örneklerimle, kabaca özetlemeye çalışayım:(*)

Barthes düzanlam yükleme aşamasının çoğunlukla bilinçli, çağrışım yüklemelerinin ise çoğunlukla farkında olunmadan, bilinçaltında gerçekleştiğini söyler. Bu iki aşama birbirinden çok net biçimde ayrılmıyor, insanın çağrışımsal düzeyi düzanlam düzeyiymiş gibi görmesi çok sık rastlanan bir yanılsama. Yani, “yanlış okuma” olasılığı var. Barthes insanın bu zayıf noktasının hem doğru sanılaraktan yanlış işler yapılmasına, hem de insanların bunu kullanarak birbirlerini yanıltmalarına, kandırmalarına, sömürmelerine yol açabildiğini söyler ve bu saptamasını geniş çaplı toplumsal anlamlandırmalara uygular.

Örneğin, bir balerinin bacağını gövdesine doksan derece açıda dümdüz ileri uzattığını, bale pabuçlu ayağının da aynı doğrultuda uzandığını (“pointe”) düşünelim. Bu görüntü belirli tarihsel gelişmeler, özdeşleştirmeler sonucunda batı toplumlarında “güzel” sıfatını edinmiştir. Balerin bacağını büküp karnına doğru çekse, ayağını da ucu tavana dikik biçimde geri bükse, görüntü güzellik çağrışımını yitirir, bakanlar bale pabucunun yapısındaki iğretiliği, gövdenin doğal bir uzantısı olmayışını farketmeye başlar, çünkü bu öteki gibi şablonlaşmış bir görüntü değildir.

Mücevher ve giysi reklamlarında güzel sayılan pozisyonlardaki balerin görüntülerine sıkça başvurulur ve bunlarda söylenen “balerine bakın” ya da “bakın, balerin ne güzel” değil, “bakın, sattığımız bilezik ne güzel”dir — yani, düzanlam göstergesi artık balerin ve pozisyonu değil, onun çağrıştırdığı güzellik olmuştur.

copeland
Under Armour reklamı

Barthes bu türden, kendi içinde çağrışımsal aşamalar içeren toplumsal anlamlandırmalara “mit” (myth) der. (“Mit” genelde hürafe, söylence gibi anlamlarda kullanılır ama Barthes daha kapsamlı, “toplumsal kanaat” ya da “inanç” anlamında kullanıyor.)  Barthes, mitlerin düzanlamsal çıkış noktalarını örtbas etme, bulandırma (mystify), bunun yerine çağrışımı ön plana çıkarıp düzanlam sanki oymuş gibi gösterme eğilimleri olduğunu söyler.

Buradan yola çıkarak, düzanlam düzeyinde “güzel” ya da “çirkin” diye bir şey yoktur, “toplumda güzel ya da çirkin sayılan” şeyler vardır diyebiliriz. “Neden güzel sayılıyor?” deyip de eşelersek, diplerde hemen her zaman fiziksel bir işleve dair açıklamalara ulaşıyoruz.

Bu konuda sık başvurulan bir örnektir: Bir erkekle bir kadını yan yana koyduğunuzda birine erkek ötekine kadın denmesinin fiziksel nedenleri gözünüzün önündedir (düzanlam): Kadın çocuk doğurabilmeye ve emzirmeye olanak veren bir yapıdadır, erkekse kas ve kemiklerinin daha iri, daha güçlü olması nedeniyle, doğayla fiziksel mücadeleye daha uygundur. Bu durum “doğal” (natürel) kabul edilir.

Ancak, kadının doğurup emzirmesi onun erkeğe göre daha şefkatli, bakıp beslemeye daha yatkın olduğu, o nedenle de evde oturduğu çağrışımlarını yaratır ve bir süre sonra bunlar da kadının sorgulanmayan “doğal” tanımına girer. Erkek de “doğal” olarak eve ekmek getiren taraf olur. Bu da giderek aile kurumunun en küçük “doğal” toplumsal kurum olduğu ve doğallığı nedeniyle de değişmez olduğu inancını oluşturur.

Uzatmayalım: Aradan binlerce yıl geçer, geliriz 21. yüzyıla, ülkelerin siyasi ve toplumsal karar mekanizmalarını yönetenlere bakarız, çok büyük çoğunluğu erkek! Bu devirde bu konumların çocuk doğurmakla, çocuk emzirecek memesi olmakla, pazu gücüyle ne ilgisi var? Yok. Bunlar geçerliğini yitirmiş ama mit geçerliğini sürdürüyor. Neden değişemiyor bu mit? Barthes’a göre avantajlı konumda olan kesim değişime direndiği için değişemiyor. (Fiske, 87-91)

Şimdi Barthes’ın işaret ettiği sorunu başka bir örneğe uygulayalım: “Hadi gidip McDonald’s’da köfte-ekmek  yiyelim” diyebilir miyiz? Deriz tabii ama bu yalnızca “yadırgatıcı” (alienating) bir espri olarak algılanır. Köfte-ekmekle hamburgerin malzemesi düzanlam düzeyinde aynı: ekmek, kızarmış et, soğan, domates. Ama çağrışımlar düzeyindeki “imajlar” nedeniyle kimse hamburgere ekmek içi köfte diyemez: Batılı yaşam tarzı, “hamburger” kelimesi, reklamlardaki hamburger yiyen mutlu yüzler, mönüdeki İngilizce adlar, köfte-ekmek yiyen sınıftan farklı olmak, vb.

Düzanlam-yananlam olgusu sanatsal iletişimde üzerinde belki de en çok düşünülmesi gereken konudur. Bu düşüncemin örneklerine ilerdeki bölümlerde sıkça rastlayacaksınız. Ne demek istediğimi özetleyeyim:

20. yüzyıl sanatlarında belirli bir mantığa oldukça sık rastlanır: Madem her kişi kendi anlamlandırmasını kendisi, kendi deneyimlerine dayanarak yapıyor, madem her kişide farklı çağrışımlar oluyor, o zaman ben yapıtımı yalnızca düzanlamı düşünerek üretirim, yapıt yalnızca çağrışımların tetiklenmesini üstlenmiş olur. Bu anlayışa özellikle resim, heykel, enstelasyon alanlarında oldukça sık rastlıyoruz.

Atıyorum: Diyelim ki birisi bir konserve kutusunu getirip bir sanat galerisinin ortasına koyuyor. Galeride başka bir şey yok. Kendisine “bu ne?” dersen, “bu bir konserve kutusu” diyor. Yani, nesne ne ise o, herkes kendinde çağrıştırdığı göstergelere göre ne anlam verecekse onu versin.

Buraya kadarı tamam. Ancak, bu nesneyi ve sergileme fikrini üreten kişinin farkında olması gereken bir şeyler var: bunlardan en önemlisi, bu türden işlerin sergilendiği bir kentteki bir galeriye gelip de yapıtı gören ziyaretçinin yerdeki tenekeye bakıp çocukluğunda kardeşiyle açıp bitirdikleri dolma konservesini anımsaması pek olası değil. Bu ziyaretçi bir sanat yapıtı görmek üzere bir galeriye girdiği için (kodlar ve çerçeveler nedeniyle), yerdeki nesnenin düzanlamı bu kişi için konserve kutuluğu değil, bir sanat yapıtı oluşu (köfte-ekmek yerine “Big Mac” yediğini düşünmek gibi).

Buradaki anlamlandırmada başvurulan çağrışımsal göstergeler zinciri görsel sanat bağlamıyla ilgili paradigmalardan başlıyor, nesneye bakan kişinin yüklediği ilk düzanlam halihazırda bilmemkaçıncı derecedeki çağrışımsal kod oluyor. Yani, herhangi bir sanat yapıtını sergi mekanında görmeye gelen kişinin onu ortamdan bağımsız bir nesne olarak değerlendirmesi olanaksız: Nesnenin bir galeride sergileniyor olmasının, galeri hakkında bilinenlerin, içinde bulunulan kentteki sanat etkinliklerinin, o dönemde görsel sanatlar hakkında söylenenlerin, görsel sanat tarihinde yapılmış benzer işlerin nesneye bakan insanı rahat bırakmadığını söylüyorum.

Böyle bir yapıt, söz gelişi, 1910’larda New York’ta sergilenseydi, bugün o konserve kutusu paha biçilmez bir ürün olarak büyük bir müzede oturuyor olabilirdi, çünkü alışılandan sapan, “manifesto” niteliğinde bir iş yapılmış, koca galerinin ortasına sanat diye bir “konserve tenekesi” konmuş olurdu. Bugün böyle bir iş olsa olsa sanatlardaki “büyük geleneğin” dışında kalmış küçükçe bir kentte ya da bohemsi gençlerin oturduğu dış mahallelerden birindeki bir galeride olur, orada da birilerinin gidip “Amerika kıtasının bu kaçıncı keşfidir?” demesi olasılığı büyüktür.

___________________

* Konuyla ilgilenenlere Roland Barthes’ın Fransızca aslı da, İngilizcesi de Mythologies adlı kitabıyla başlamalarını öneririm.
İngilizcesiBarthes, Roland (1977), Mythologies, trnsl. Annette Lavers, New York: Hill and Wang. Türkçesi: Çağdaş Söylenler (2014), Çev.: Tahsin Yücel, İstanbul: Metis Yayıncılık.

– SONRAKİ –>