Ünlü fıkradır: Akıl hastanesindekiler bakmışlar ki artık tekrar tekrar aynı fıkraları anlatıyorlar birbirlerine, bildikleri fıkraların her birine bir numara vermişler (kodlamışlar); artık içlerinden biri bir fıkrayı anlatmak yerine, örneğin, “on dört numara” deyince diğerleri kahkahayı basıyormuş. Yeni gelen biri durumu bir süre izlemiş, sonra o da başlamış “beş numara,” “dokuz numara” falan demeye ama o söyleyince kimse gülmüyormuş. “Neden gülmüyorsunuz?” deyince “sen iyi fıkra anlatamıyorsun” demişler.
Bundan önceki iki bölümde bir göstergenin anlam birimliği edinebilmesi için bir beynin (yorumlayan), bir sinyali (gösteren), bir kavramla (gösterilen) ilişkilendirmesi gerektiğini belirtmiştim. Peki, beyin bu kavramları nereden biliyor, nereden bulup çıkarıyor? Başvurduğu bir kaynak, bir birikim, bir referans olması gerekir. Yine bundan önceki bölümde belirttiğim gibi, bu kaynak daha önceden öğrenip belleğimize attığımız göstergelerden oluşuyor.
Benim adına “kaynak,” “depo,” “arşiv” diyerek basitleştirdiğim belleğimizdeki bu birikimlere genelde “gelenek” (convention) ya da “kod” (code) deniyor.
Bu adlandırmada kafa karıştıran bir ayrıntıyı belirtmem gerekir: “Gelenek” dendiğinde kastedilen genellikle insanların birbirleriyle olan deneyimleri ve uzlaşmaları sonucu oluşmuş referans kaynaklarıdır. Eğer iletişime beyin sahibi canlılar arasında gerçekleşen bir olgu olarak bakarsak, gelenek demek yerinde olur. Sinyali gönderen taraf “deneyimlerle öğrenebilme yeteneği olan bir akıl” ise, sinyalini alıcının da paylaştığını bildiği geleneklere göre düzenleyecektir (karşısındakinin kendisiyle aynı dili konuştuğunun, sinyali alınca nasıl bir gösterge oluşturacağının farkında).
Ancak, biliyoruz ki, algılayanlara sinyaller yalnızca canlılardan gelmiyor, doğadaki her hareket bizde bir anlamlandırma süreci başlatıyor. Örneğin, gök gürleyince yağmur yağacağını anlayıp kalkıp pencereyi kapatıyoruz. Yağmur bulutları yerdeki insanların algılaması, anlamlaması ve önlem alması amacıyla, yani bir “geleneği” gözeterek gürlemiyor. Tıpkı “on dört numaralı fıkra” denince bunun gönderme yaptığı fıkrayı hatırlamak gibi, gök gürültüsü bize deneyimlerle öğrenilip belleğe yerleştirilmiş olası bir senaryoyu anımsatıyor (gök gürleyince yağmur yağar, pencere açıksa içeri su girer, eşyalar ıslanır, vb). Bu açıdan, “gelenek”ten daha geniş tabanlı, daha kapsayıcı olduğu için “kod” terimini kullanmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
[“Kod” bazı Türkçe kaynaklarda “şifre” olarak geçiyor.]
“Kodlar” gösteren-gösterilen ilişkilendirmesindeki yorumu belirleyen, toplumun üzerinde uzlaşmış olduğu referanslardır. Kodlar, yorumda başvurulacak göstergelerin yanısıra, bu göstergelerin hangi bağlamlarda, nasıl kullanılacağını belirten kuralları da içerir. Nasıl bir yorumlayan olmadan gösterge olamazsa, kodlar olmadan da yorum ve anlam olamaz. Amaç birbirini anlayabilmek ve birlikte yaşayabilmektir.
Kodların oluşumu bütünüyle deneyimler aracılığıyla öğrenmeye dayanır dedik. Bunun tersini savunan, yani doğuştan, yaradılıştan gelen kodlar da vardır diyen var mı? Var gibi. Bu görüşlerden bundan sonraki “Gestalt” başlıklı bölümde söz edeceğim.
Kodların varlığını ve bağlayıcı gücünü sınamak için sokağa çıkıp nasıl “baktığınıza” dikkat ederek on dakikalık bir gezinti yapmanız yeterli olabilir. Diyelim ki, metroya ya da otobüse binmiş gidiyorsunuz, çevrenizdeki insanlara bakıyorsunuz: Bir yanda saçı sakalı birbirine karışmış orta yaşlı bir adam oturuyor ve kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor. Büyük olasılıkla diğer insanlar gibi siz de bu adamdan uzak durmaya, yanında boş bir koltuk varsa oraya oturmamaya özen göstereceksiniz. Çünkü orta yaşına gelmiş bir adamın kafa bölgesindeki kılları düzgün kestirmemiş ve taramamış olmasının ve kendi kendine konuşmasının ruhsal dengesinde bozukluk göstergesi olabileceğini öğrenmişsinizdir. Buna karşılık önünüzde duran saçlı sakallı, blucinli, gözlüklü genç adam sizi ürkütmemektedir, çünkü zihninize yerleşmiş verilere göre bu adam büyük olasılıkla üniversite öğrencisidir ya da sanatla uğraşan biridir, zarar gelmez.
Dikkat ederseniz çevrenizdeki her kişi için giyim kuşamına, yaşına, oturuşuna, bakışına bakarak bir izleniminiz olduğunu farkedeceksiniz. Söz gelişi, yanınızda oturan ufak tefek, yaşlı, güler yüzlü kadının sesinin ince olduğuna, ilerde duran ak saçlı, iyi giyimli, kravatlı adamın konuşacak olsa kalın bir sesle, oturaklı laflar edeceğine neredeyse eminsinizdir.
Kodların öğrenilen bir olgu olduğunun en büyük kanıtı, bunların toplumdan topluma farklılıklar göstermesidir. Söz gelişi, bir gencin yaşlı birinin karşısında bacak bacak üstüne atmasının saygısızlık olduğunu bir İngiliz’e anlatmak ne kadar zorsa, İngiliz’in bunu anlayamamasını geleneklerine bağlı yaşlı bir Türk’e anlatabilmek de o derece zor olabilir.
Başka bir örnek: Türkiye’de bir kelimenin hangi harflerden oluştuğunu belirtmek için kent adlarına başvurulur. Bu o kadar yerleşmiş bir kodlama sistemidir ki, “Kastamonu’nun k’sı” demeye bile gerek kalmaz, söze “Kastamonu, Ordu, Denizli” diye girildiğinde karşı taraf ne yapıldığını hemen anlar. Ama İngilizce konuşanlar arasında bu yöntem anlaşılmaz, çünkü onlarda kent adı değil, insan adı kullanılması gelenekselleşmiştir. Türkler de kent adları yerine insan adları kullanamazlar mıydı? Kadri’nin k’sı, Olcay’ın o’su, Demet’in d’si gibi… Ben kullanmamaları için teknik bir neden düşünemiyorum. Birçok kültürel öge için olduğu gibi, bunun için de “bir şekilde öyle başlamış, öyle gitmiş” diyoruz, yani geleneği “rastlantısallıkla” (arbitrariness) açıklıyoruz.
Göstergeler gibi kodlar da sürekli birbirlerini üretir ve etkilerler; sürekli bir değişim içindedirler. Kodlar statik değil, dinamik sistemlerdir. Kodların kendilerinin yanısıra kodlama (codification) işlemi de değişkendir, toplumda sürekli olarak yeni uzlaşmalar, yeni gelenekler oluşur. Bir başka deyişle, kodlar sosyo-kültürel evrimde hem içerik hem de konum olarak sürekli değişirler. Belki de sosyo-kültürel evrimi kodlardaki değişimle açıklayabiliriz demek daha doğru olur.
Son bir örnek daha vereyim: Diyelim ki Türkçe konuşan iki kişiden biri ötekine dönüp “haşmagerkikutan” dedi. Karşıdaki büyük olasılıkla “acaba bildiğim bir şeyi söyledi de ben mi anlamadım?” diyecek (çünkü bu olasılığı öğrenmiştir, böyle bir şeyin olabileceğini bilir), sözü tekrar etmesini isteyecektir (bu davranış da deneyimlerle öğrenilmiştir). Birinci kişi sözü tekrar edince ikinci kişi yapması gerekeni yapacak, yıldırım hızıyla balıklama beynindeki arşivine dalacak, bütün dolapları, çekmeceleri, dosyaları karıştıracak ve sözün bildiği bir karşılığı olmadığını görecektir. O zaman duyduğu bu sözcüğün bir anlamı, dolayısıyla da kodu yok mu diyeceğiz? Bunu dersek kod kavramından hiçbir şey anlamamışız demektir. Birincisi, “bu sözün anlamı yok” demek kendi başına bir koddur (“anlamsız söz” göstergesi). İkincisi, olay orada bitmez, o kod bizi hemen başka kodlara paslar: “Anlaşılmaz bir şey söyledi, acaba neden?,” “Benimle dalga geçiyor galiba,” “Acaba bilmem gereken yeni bir söz mü bu?” gibi.
KOD GRUPLAMALARI
Kodlar birçok kuramcı tarafından bazen nitelikleri, bazen içerikleri açısından sınıflandırılmaya ve listelenmeye çalışılmıştır ama konunun genişliği ve kültürel farklılaşmalar nedeniyle bunlar pek kesinleştirilemiyor. Bu sınıflandırmaların birçoğunda kullanılan ölçüt, kodun ne ölçüde “kesin,” ne ölçüde “açık uçlu” oluşudur. Bazıları bu ayrımı “sıkılık” ve “gevşeklik” diye adlandırıyor, bazıları “dijital” ve “analog” diyor (Fiske, 65-66). “Sıkı” ya da “dijital”le kastedilen bilgisayar ya da matematik kodları gibi kesin olan, yanlış yorumlanınca yanlış sonuçlar veren kodlardır. “Gevşek” ya da “analog” kodlar ise “yoruma açık” diyebileceğimiz, birebir karşılık içermeyen kodlardır.
Göstergeleri birbiriyle ilişkilendirme koşul ve biçimleri de toplumun üzerinde uzlaşmış olduğu ve öğrenilmiş kodlardır. “Aslan gibi delikanlı” bildik bir benzetmedir. Aradaki “gibi” kelimesini çıkarırsak geriye kalan “aslan delikanlı” da yerleşik bir metafor olur ve Türkiye’de bunu duyanlar aslan kılığına girmiş bir genci değil, güçlü, cesur bir genci düşünür, çünkü deneyimleri sonucunda hem bu deyişi, hem de bu türden metaforik ilişki kurma kodunu öğrenmiştir.
“Aslan” yerine “kaplan,” “panter” dense, kalıplaşmış olmamalarına rağmen, bunlar da benzer bir metafor olarak algılanıp kabullenilebilir. Ama “güvercin delikanlı” diye yerleşik olmayan bir metafora rastlasak duraksarız, çünkü güvercinin hangi özelliğinin delikanlıya atfedildiğini kestiremeyiz. Böyle alışılmadık bir ilişkilendirmeyi bir şiirde görebiliriz, örneğin. Şair toplumdaki metaforik ilişkilendirme ve insanı belirli hayvanlara benzetme kodlarını kullanmış ama sonucu kişisel çağrışımlara açık bırakmıştır, yani kodu “gevşetmiştir.” Bunu görünce “ipe sapa gelmez bir laf” diyerek kestirip atanlar için böyle bir kavramsal oyunun olabileceğini, metaforik ilişkilerle böyle oynanabileceğini öğrenmemiş kişiler diyebiliriz. Çünkü bunlar günlük yaşantıda pek sık karşılaşılan göstergeler değil, o nedenle bunların öğrenilmesi, kullanılması genellikle dar çevrelerde gerçekleşiyor.
Bu da getiriyor bizi iletişimci John Fiske’in bir ayrımına:
John Fiske kodları algılayanlara ve algılanışlarına göre “geniş çaplı kodlar” (broadcast codes) ve “dar çaplı kodlar” (narrowcast codes) diye ikiye ayırıyor: Çok sayıda insanın paylaştığı, sıradan deneyimlerle öğrenilen iletişimsel kodlara “geniş çaplı,” daha dar bir çevrenin deşifre edebildiği, bilinçli bir öğrenme gerektiren kodlara da “dar çaplı” diyor. (Fiske, 70-77; Chandler, 170-171)
Bu ayrım ilk bakışta elitist bir görüşün ürünü gibi durur ama Fiske’in yazdıklarını okuyunca bu ayrımı medyanın kitleleri yönlendirme ve kullanma biçimlerinin eleştirisi amacıyla yaptığını görürüz.
Geniş çaplı kodlar için Fiske basit, çok çabuk deşifre edilebilen, öğrenmek için özel bir “eğitim” gerektirmeyen kodlardır diyor. Kitlesel iletişimde referans olarak bu tür kodlar kullanılır. Örneğin, bir ticari televizyon kanalının temel amacı mümkün olduğu kadar çok sayıda gözü kendi yayınına baktırmak ve topladığı göz sayısı oranında reklam alıp kazancını arttırmak olduğuna göre, “rating” ile geniş çaplı kod arasında birebir bağlantı vardır.
Fiske’in bu konuda ilginç bir görüşü var: Kitlesel iletişimde geniş çaplı kodların işlevi, kültürün kendi kendisiyle iletişim kurmasını, bir nevi kendi kendine mesaj göndermesini sağlamaktır diyor. Kitlesel iletişimde aynı kodlar pek bir değişime uğramadan, tekrar tekrar kullanılır, çünkü toplum bunlara kendi varlığını, değerlerini, yapısını ve işleyiş biçimini onaylamak (confirmation) üzere başvurur. Bunlar nitelik olarak “dijital” (sıkı) ya da zamanla “dijitalleşmiş” kodlardır, sorgulanmazlar.
Örneğin, en gerçekçi sinema yapıtlarında bile başroldeki kadının güzel, erkeğin yakışıklı olması hiç sorgulanmayan bir kural gibidir. “Bir erkek oyuncunun başrole çıkabilmesi için mutlaka yakışıklı mı olması gerekir? Bu adam yakışıklı olduğu için mi yetenekli, yoksa yetenekli olduğu için mi yakışıklı, yoksa hem yakışıklı hem yetenekli nadidelikte olduğu için mi başrolde, yoksa yakışıklı olmayı yetenekmiş gibi görmeye mi alıştık?” gibisinden sorular sorulmaz. Kod dijitalleşmiştir: “Aktör yakışıklıysa başrolde oynar, değilse oynamaz.”
Fiske geniş çaplıdan dar çaplı koda doğru kod deşifrasyonunun giderek zorlaştığını, kodun “gevşekleştiğini” ve özelleşmeye başladığını söyler. Toplumda çoğunluktan azınlığa doğru bir daralma bu. Dar çaplı kodlar geniş çaplılar gibi “yolda giderken” öğrenilemiyor, bir tür isteğe bağlı özel bir “eğitimle,” özel deneyimle öğreniliyorlar. Hukukçuların, doktorların birbirleriyle konuşmalarını nasıl başkaları anlamıyorsa, bir çetenin üyeleri arasındaki özel işaretleri de başkaları anlamıyor.