11 İletişimde Seçim ve Sıralama

PARADİGMA

Bundan önceki üç bölümde yorumlayanın anlamı oluşturmak için kullandığı kavramı nereden seçtiğini anlatmaya çalıştım: insan ister algılayan konumunda olsun, ister algılanmak üzere bir mesajı ileten konumunda olsun, belleğindeki öğrenmiş olduğu göstergelere (signs) başvurmak zorunda. Bu öğrenilmiş göstergelerin büyük çoğunluğu, toplumdaki uzlaşmalar sonucunda, anlam sistemleri biçiminde organize olup kodlaşıyor, kodlar da birçok durumda çerçeveleşiyor. Bu ve bundan sonraki bölümde göstergelere başvurunun ve anlam paylaşımının nasıl gerçekleştiğinden, yani işlemden söz edeceğim.

“Anlam ve Gösterge” başlıklı bölümde söylediklerimi özetleyeyim: İnsan beyni (yorumlayan, interpretant) bir uyarıyı aldığı zaman (gösteren, signifier) bunu anlamlandırabilmek için belleğinde yerleşmiş anlam birimlerine, yani göstergelere (signs) başvurarak gelen uyarıya en uygun “kavramı” (gösterilen, signified) bulup uyarıyla ilişkilendiriyor ve yeni bir gösterge oluşturuyor (gösterme, semiosis). Yani, bir gösterge başka bir göstergenin oluşumunda kullanılmış oluyor.

Ancak, bu işlem yalnızca uyarıyı alan taraf için geçerli değil. Örneğin, birisi bana “nasılsın?” dese, bu sözsel uyarı bana gösterge oluşturma işlemini yaptıracak ama benzer bir işlemi uyarıyı gönderen taraf da yapıyor: Bana nasıl olduğumu sorabilmek için belleğine dalıp oradaki göstergeleri tarıyor, bu kavramı içeren göstergeyi buluyor ve fiziksel bir yoldan (ses) bana iletiyor, ben bu uyarıyı belleğimdeki göstergelere başvurarak anlamlandırıyorum ve bu böyle zircirleme gidiyor. 

İnsan beyni belleğindeki göstergelere nasıl başvuruyor, kavramları nasıl seçiyor? Bunun yanıtı Saussure’ün anlamla ilgili her inceleme alanında son derece önemli izler bırakan bir görüşünde yatıyor: Göstergeler ve kavramlar ne olduklarıyla değil, ne olmadıklarıyla tanımlanırlar. (Doğrudan alıntı yapayım: “Kavramlar… içerikleri açısından, ait oldukları sistemdeki diğer ögelere olan karşıtlıkları nedeniyle pozitif değil, negatif biçimde tanımlanırlar. Her birinin niteliğindeki kesinlik, ötekilerin niteliklerine ne ölçüde sahip olmadığına dayanır.”) (Culler, 26).

Açıklamaya çalışayım: Beynimiz göstergeler deposuna dalıp en uygun gösterge ve kavramı seçip çıkarıyor. Depodaki mal sayısının bolluğuna baktığımızda beyinlerimizin arama motorlarına ot toplatacak kadar hünerli ve hızlı olduğunu görebiliriz. Nasıl beceriyoruz bu işi? İletişimciler bunun sırrının bir tür “tasnif” yeteneğimizde yattığını söylüyor. Beyinlerimizin göstergeleri sistematik bir biçimde, genelden özele titizce sınıflandırdığı ve aradığı, bu yoldan (büyük bir kütüphanede bir kitabın içindeki bir cümlenin içerdiği bir kelimeyi bulur gibi) bulduğu söyleniyor.

Peki, bu genelden özele sınıflandırma sistemi neye göre, hangi ölçüte göre kuruluyor?

Bu sistemin kurgusunda ilk bakışta kafa karıştıran, dolambaçlı bir taraf var, önce onu açıklamaya çalışayım: Sistem, sınıflandırmanın ölçütü (kriteri) olarak göstergeler arasında “birbirinin yerine geçebilme” potansiyelini kullanıyor (substitutability). Genelden özele doğru gidişi bu ölçüt belirliyor. İki birim ne kadar birbirinin yerine geçebilecekmiş nitelikteyse o kadar “benzer” (similar), ne kadar birbirinin yerine geçemez nitelikteyse de “farklı” (differentiated) sayılıyor. İşin kafa karıştırabilecek püf noktası şu: birimler birbirlerinin yerine nerdeyse geçebilecekmiş gibi durabilirler ama bir birim başka bir birimin yerine kesinlikle, asla, hiçbir zaman geçmez. Onun için “benzer” diyoruz, yoksa “aynı” olurlardı.

Bir sınıfa bir bütün olarak baktığımızda benzerlik, bir sınıftan alt sınıflar oluşturduğumuzda da farklılık ön plana çıkar. Gömlek, ceket, pantolon ve bardaktan oluşan bir yığın düşünelim: Bunları sınıflandırmaya kalksak önce gömlek, ceket ve pantolonu (giyecekler) bir tarafa, bardağı başka bir tarafa koyacağız, çünkü bardağın ötekilerin yerine geçebilirliği hiç yok gibi. Bundan sonra giyecekler grubundaki birimlerin birbirinin yerine geçebilirliğine bakıp yeni bir sınıflandırma yapacağız, gömlekle ceketi pantolondan ayıracağız, çünkü pantolon, bardak kadar olmasa da, ötekilerin yerine geçemez (farklı). Gömlekle ceket en birbirinin yerine geçebilir birimler ama yine de biri gömlek, öteki ceket.

Bir lokanta mönüsünü düşünelim: yiyecekler ve içecekler diye iki büyük sınıf var. Bu iki sınıf aradaki farklılığa (differentiation) göre oluşturuluyor: yenilebilenler içilemez, içilenler yenilemez. Bu genel sınıflandırma açısından sınıfların kendi içlerinde benzerlik (similitude) egemen: yenilebilecekler bir tarafta, içilebilecekler öbür tarafta. Ama bunlardan birinden bir seçim yapmaya kalktığımızda birimler arasındaki farklılık ön plana çıkıveriyor çünkü, örneğin, yiyecekler sınıfındaki birimler pek öyle kolayca birbirinin yerine geçebilecek nitelikte (substitutable) değil.

Lokantacı da bunu bildiği için seçiminizde size kolaylık olsun diye mönüde alt sınıflar yaratıyor, söz gelimi, yiyecekleri “çorbalar,” “salatalar,” “ana yemekler” ve “tatlılar” diye ayırıyor. Bunların birbirinin yerine geçebilme potansiyeli bir önceki düzeye göre artıyor, yani yiyecek-içecek karşılaştırmasına kıyasla daha benzeşiyorlar, ama bir birimi seçmeye kalkınca yine farklılığa bakmaya başlıyorsunuz.

Lafı daha uzatmadan en son aşamaya gidelim, diyelim ki bir ana yemek seçmeye, ana yemek olarak da tavuk yemeye karar verdiniz. Mönüde üç cins tavuk var: ızgara tavuk, fırında tavuk ve mantarlı tavuk. Bu son aşamadaki seçenekler düzeyinde birbirinin yerine geçebilme potansiyeli doruğa çıkmış durumda ama garsona “bunların hepsi tavuk olduğuna göre farketmez, hepsini bir tabakta karıştır getir” demiyorsunuz, aralarındaki benzerlik yerine farklılığı düşünerek birinde karar kılıyorsunuz. Bu noktada ızgara tavuğun (Saussure’ün deyimiyle) “değeri”ni (value) fırında tavuk ve mantarlı tavuk olmayışı belirliyor. Buna farklılık (differentiation) ilkesi diyoruz.

Buyurun, “farklılık” kavramı anlatılırken sık kullanılan bir örnek: Diyelim ki odada tek kelime Türkçe bilmeyen birisi var ve biz bu kişiye “sarı” sözcüğünü öğretmek istiyoruz. Bir sarı çantaya işaret etsek, çantaya “sarı” dediğimizi düşünecek, sarı bir kalemi göstersek kaleme de “sarı” dediğimiz sonucunu çıkarabilecek. En kestirme yol, ayrı renklerde çantaları ya da kalemleri toplayıp (bir tür “sistem” oluşturup) içlerinde sarı olanı göstermektir. Sarıya “sarı” dememizin nedeni renkler içinde kırmızı, siyah, kahverengi, yeşil ve diğer renkleri olmayışıdır. Sarıyı kırmızının ya da siyahın ya da başka bir rengin tersi olarak değil, o renklerden farklı bir renk olarak görürüz. (Culler, 24-25; Chandler, 21)

Biraz düşünürsek, seçeneğin söz konusu olduğu her durumda farklılık ögesiyle karşılaştığımızı görebiliriz. Diyelim ki, bir kişi başka bir kişiye dönüp üçüncü bir kişiden söz ederek “adam sandalyede oturuyor” dedi. Bu şimdi size biraz tuhaf gelebilir ama bu tümceyi seslendirmesinde bile bir farklılık söz konusu: söylememek yerine söylüyor. Biraz daha felsefi bir ifadeyle, sözün söylenmesi söylenmemesini de içeriyor.

Bu tümceyi seslendirme biçimimizde de farklılığa göre seçim yapıyoruz. Dikkat edersek konuştuğumuz zaman bazı heceleri sesimizi yükselterek ya da incelterek vurguluyoruz. “Tonlama” (intonation) adı verilen bu olgunun temelinde bütünüyle farklılık ilkesi yatar. “Adam sandalyede oturuyor” tümcemizi a-dam’ın ikinci hecesini vurgulayarak söylersek (adam sandalyede oturuyor), “kadın, çocuk, kedi değil, adam oturuyor” anlamı ön plana çıkar. Vurguyu sandalyenin son hecesine getirirsek (adam sandalyede oturuyor), “koltukta, divanda, yerde değil, sandalyede oturuyor” anlamı güçlenir. “Adam sandalyede oturuyor” diye söylendiğinde de sandalyede oturan adamın bir türlü kalkmadığı ya da oturmak yerine başka bir eylemi yapmadığı belirtilmiş oluyor. Bu tümceyi her heceyi eşit vurgulayarak söylesek bile (örneğin bir bilgisayara okutsak), tümceyi duyan kişi farklılıkla belirlenen anlam seçeneklerinden birini ön plana çıkararak algılayacaktır.

Sonuçta, belleğimizdeki göstergeler sistematik bir biçimde sınıflandırılmıştır diyoruz. Anlamlandırma işleminde bu göstergelere başvurduğumuzda gidip içinde bulunduğumuz bağlama (context) en uygun gösterge grubunu buluyoruz. Bu grubu aralarında ortak bir yan bulunan, göstergebilim bakışıyla en birbirinin yerine geçebilecekmiş gibi duran göstergeler oluşturuyor. Bu gruba göstergebilimde paradigma (paradigm) deniyor. Bu grubun içindeki birimlerden en uygun olanı (diğerlerinden olan farklılığına göre saptayarak) seçiyoruz. Anlamlandırma işleminde (gösteren ya da gösterilen olarak) kullanacağımız bu göstergeye de paradigmatik seçenek (paradigmatic choice) deniyor. Örneğin, yukardaki örneklerdeki tavuk yemekleri, renkler, tümceyi tonlama seçenekleri paradigma gruplarını oluşturuyor. Bunlar birbirinin yerine geçebilmesi en mümkün birimler ama yine de aralarında belirgin bir farklılık var. Seçimimizi bu farklılığa göre yapıyoruz. Özetle, “seçenek olan yerde anlam vardır ve seçilen şeyin anlamını seçilmemiş olanın anlamı belirler” (Fiske, 58).

[Eskiden yalnızca dilbilim ve göstergebilimde kullanılan paradigma kelimesi 1960’lardan sonra bir şeyin tipik bir örneği ya da kalıbı, modeli anlamında da kullanılmaya başlandı. Bazen herhangi bir felsefik ya da kuramsal bir konunun temelini oluşturan görüşten söz edilirken de kullanılıyor. Ben burada yalnızca göstergebilim terimi olarak kullanıyorum.]

SENTAGMA

İletişimde kullandığımız göstergeleri paradigma kümelerinden seçip çıkarıyoruz, sonra bunları yan yana getirip bir mesaj oluşturuyoruz. Paradigmadan seçimimizi yaparken içinde bulunduğumuz bağlama uygunluğun yanısıra hangi göstergenin hangi göstergeyle yan yana getirildiğini ya da getirileceğini de gözetiyoruz. Dolabımızda beş şapka varsa (paradigma kümesi) aralarındaki farklılığa göre birini seçiyoruz. Bu seçimi yaparken hem bağlamı (baloya mı gidiyoruz, okula mı, işe mi?) hem de giyeceğimiz diğer birimlerle olan uygunluğu gözetiyoruz: İşe giderken şu palto, üstüne de şu şapka, altına da bu ayakkabılar uygun olur. (Tabii bu uygun olup olmama yargısını yerleşik toplumsal kodlar ve çerçeveler belirliyor.) Her biri bir paradigma kümesinden seçilen bu birimlerin yan yana gelişine de sentagma (syntagm) deniyor.

Anlam paylaşımının en tipik aracı dil olduğuna göre, dilsel iletişimden bir örnek daha yararlı olabilir: Diyelim ki çocuk babasının ona top atmasını istiyor. Bu isteğini babasına iletecek, bunu yapmak için sözsel göstergeler oluşturup babasına yollayacak. Seçeceği kelimeleri de, bunları sıralama biçimini de aynı dili konuşan kişiler arasında saptanmış kodlara başvurarak yapacak.

fisler“Baba bana top at.” Benim kuşağın ilkokulda yazılışını öğrendiği ilk cümlelerden biriydi bu. Kağıttan, adına “fiş” denilen ince şeritlere kelimeler yazılı olurdu, bunları yan yana getirerek en uygun sıralamayı bulmaya çalışırdık. Uygun sıralama demek tabii ki Türkçe dilinin grameri dediğimiz gösterge kümeleri, yani kodlara uygunluktu. Okuma kitabının paradigma kümelerinden seçip önümüze koyduğu göstergelerden oluşturduğumuz yatay dizi sentagma oluyor.

Paradigma seçime, sentagma ise birleştirmeye (kombinasyon) dayanıyor. Bu ikisi arasındaki ilişki, aşağıdaki şemada gördüğünüz gibi, birbiriyle kesişen iki çizgi olarak gösterilir: dikey olana paradigmatik eksen, yatay olana da sentagmatik eksen adı veriliyor. Dikey çizgi paradigma kümelerine ve oralardan yapılan seçimlere işaret ediyor, yatay çizgi de bunların sıralanışına, art ardalığına. Yatay sentagmatik eksen “falan-ve-falan-ve-falan” ilerlerken, dikey paradigmatik eksen seçilen birimi belirliyor, “falan-veya-falan-veya-falan.” Örnekte “baba-ve-bana-ve-top-ve-at” sözcüklerinin art arda gelişi sentagmatik ekseni oluşturuyor.

Tekrar edeyim, çocuk seçtiği kelimeleri içinde bulunduğu bağlama en uygun paradigma kümelerinden seçiyor ve bunlardan yerleşik gramer kodlarına göre (sözdizimi (syntax)) bir sentagma yaratıyor. Bir göstergenin oluşabilmesi için başka bir göstergeye başvurulması gerektiğini hatırlarsak, bu iki eksenle göstergelerin birbirleriyle olan yapısal ilişkisini açıklamış oluyoruz.

İlk bakışta yerleşik gramer kodlarının iletişim açısından en mantıklı dizimi gösterdiğini düşünebiliriz. Örneğin, cümlenin “baba” diye başlaması çocuğun söyleyeceğini kimin algılaması için söylediğini belirtmesi, merak ve beklenti yaratması açısından en pratik başlangıç diyebiliriz. Onun ardından kime, neyi, ne yapmasını istediğini söylüyor: “bana top at.” Bu da mantıklı görünüyor. Aynı cümle “baba at top bana” diye kurulsa paylaşım biraz, “baba top bana at” diye kurulsa epeyce zorlaşacak, o nedenle de sözdizimi bozuk sayılacaktır. Ama, işin ilginç tarafı, İngilizce konuşanlar böyle düşünmüyorlar, yerleşik kodlarına göre “baba at bana topu” daha mantıklı sayılıyor (dad, throw me the ball). Fransızlar “baba, bana at topu” demeyi doğru buluyor (père, me jettent la balle). Yani, deneyimlerle en işlevseli, en mantıklısı bulunmuş denebilecek gramer kurallarının biçimlenmesinde bile rastlantısallık ögesi mevcuttur.

Bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum: Söz konusu çocuk henüz ağzını açıp bir şey söylememişken bu çocuğun konuşmaya başlayınca ilk kelimesinin ne olabileceğini tahmin edebilir miyiz? Çocuğu o andaki konumundan soyutlayıp bakarsak, bu çocuğun ağzından çıkacak ilk kelime öğrenmiş olduğu bütün kelimelerden herhangi biri olabilir deriz. Yani, ihtimal (probability) eşittir. Bu “herhangi biri olabilir” durumuna iletişimde “ihtimal eşitliği” (equiprobability) deniyor. Çocuğun annesi, babası ve ablasıyla birlikte evin bahçesinde olduğunu, önlerinde de bir top bulunduğunu biliyorsak, bu, eşitliği bozan bir bilgi (information) oluşturuyor. Çocuğun ağzından çıkan her kelimeyle birlikte sözdizimdeki tahmin edilebilirlik (predictability) derecesi artıyor: “baba”dan sonra “bana” kelimesinin geleceğini tahmin etmek, “top” kelimesinden sonra “at” kelimesinin geleceğini tahmin etmekten daha zordur.

Paradigma-sentagma ilişkisi tabii ki dille sınırlı değil. Yukarda da sözünü ettim: üzerimize giydiklerimiz bedenimizi soğuktan ya da sıcaktan korumanın ötesinde, bizi görecek ya da görebilecek kişilerle iletişim niteliği taşır. Başımıza taktığımız şapkayı mümkün olan bütün seçeneklerin içinden seçerken, giyeceğimiz öteki şeylerle ilişkisini ve bunların toplamıyla nasıl bir gösterge oluşturacağımızı düşünürüz. Şapka, palto, pantolon, çorap, ayakkabı paradigmalarından seçtiğimiz birimler bir sentagma oluşturur. Bu kombinasyonu toplumdaki yerleşik kodları gözeterek oluştururuz. Bu kodlara dilde gramer ya da sözdizim derken müzikte melodi, giyimde moda, yemekte öğün diyoruz. İletişimde anlam oluşturmak için neyi seçtiğimiz kadar bu seçtiklerimizi nasıl bir kombinasyonda yan yana dizdiğimiz de önemli. Aynı kelimeleri kullanan “baba bana top at” ile “baba top at bana” sentagmaları arasındaki anlam farklılaşmasıyla, örneğin, beş ayrı dans hareketinin değişik sıralarda gösteriminin farklı etkiler yaratması yapısal olarak paraleldir.

– SONRAKİ –>