Performans birçok dilde artık adamakıllı yerleşmiş, uluslararasılaşmış İngilizce-Fransızca (performance) kökenli bir kelime. Sözlüklere baktığımızda ilk sırada “izleyici karşısında sunulan müzikal, dramatik ya da başka tür eğlence,” “bir oyunu, konseri ya da başka bir eğlence türünü sahneleme ya da sunma işlemi” gibi tanımlar görüyoruz. Yani, temelde, biri bakarken ötekinin çalıp oynamasına performans denir diyorlar.
Bu yaygın ve basit anlamında bile kelimenin kapsamı oldukça geniş: tiyatro, konser, danstan tutun akrobasiye, spora kadar birçok gösteri ve dinleti için kullanılabiliyor. O nedenle, bu özgün kelimenin Türkçe karşılığını aramak boşuna bir çaba olur, diğer dillerde olduğu gibi “performans”ı kullanmamak için bir neden göremiyorum (Türkçe’de en yakın kelime “gösteri” olabilir ama işitsel sunumlar için kullanamıyoruz bunu).
Performansı kendine iş edinmiş kişiler olarak bu yüzeysel tanımlarda söylenenlerin ötesine, daha derinlere bakmamız şart. Gerçekten de performansın ne olup ne olmadığını irdelemek bence yaptığımız işin düşünsel temellerine inmek için tutabileceğimiz en doğru yollardan biri.
İşe öncelikle “performans” kelimesi çevresinde çok ciddi bir terminoloji karmaşası olduğunu belirterek başlayayım:
Bu sitenin başlığında, gördüğünüz gibi, “gösteri sanatları” dedim. Bunun yerine “performans sanatları” diyebilmem gerekirdi ama diyemedim, çünkü bunun artık globalleşmiş karşılığı “performance art” doğrudan 1960’larda ABD’de ortaya çıkan belirli tür gösterilerle özdeşleşti. Bildiğimiz sanatsal gösteri türlerini kapsayan terim olarak çaresiz “performing arts” kullanılıyor, bunun Türkçedeki en yakın karşılığı da “gösteri sanatları” oluyor. Üniversitelerdeki “performing arts” bölümleri tiyatro, dans, opera gibi dallarda uygulamaya yönelik, “performing arts studies” bölümleri de bu konularda kuramsal eğitim veriyor.
Bir de bazı üniversitelerde epeyce bir tartışma konusu olan, “performans araştırmaları” diye çevirebileceğimiz “performance studies” adlı bölümler var. Bunların çıkış noktasını oldukça basit bir düşünce oluşturuyor: Görülen/duyulan bireysel ya da toplumsal her etkinlik, her yönüyle bir sunumdur (presentation), “gösterimsel” (performatif) niteliği vardır, dolayısıyla da performans olarak incelenebilir. “Performans olarak incelemenin yöntemleri nelerdir?” diye sorulduğunda, özgün bir yöntem olmadığı, nasıl her şey konu edinilebiliyorsa, diğer disiplinlerin araç ve yöntemlerinden hangisi uygun görülürse onun kullanıldığı söyleniyor. Bu bölümlerde başlığı “Performans olarak…” diye başlayan ve yemek pişirmekten kentlileşmeye kadar binbir etkinlikten biriyle devam eden tezlere rastlayabilirsiniz. Bu bölümlere yöneltilen eleştiri hiçbirinde uzmanlaşılmadan her şeye el atılması ve belirsizliktir.(*)
Performans ve performativite (performativity) sözcükleri son dönemlerde “performans araştırmaları” bölümlerinden taşıp akademik dünyada, başta eleştirel kuram (critical theory) ve cinsel kimlik çalışmaları (gender studies) olmak üzere, felsefe ve sosyal bilimlerin hemen her dalında kullanılıp tartışılıyor. Buradaki çıkış noktasını en sıradan iletişimde bile sözün (utterance, discourse) yalnızca bilgi (information) iletmekle kalmadığı, kimlik belirlemeye yönelik bir eylem (act, speech act) olduğu görüşü oluşturuyor. Bu akademik tartışmalardan haberdar olanlar, bu sitede söylediğim şeylerden birçoğunun aynı düşünsel kaynaklardan doğduğunu söyleyebilirler ve haklı olurlar. Ama bu tartışmaların artık gösteri/dinleti niteliğindeki performans uygulamalarına bağlanamayacak yerlere vardığını, her kafadan bir terim fışkıran akademik bir karmaşaya dönüştüğünü düşünüyorum ve uzak durmaya özen gösteriyorum. Söylenenlerden birçoğunu anlamakta zorlandığımı da belirteyim.(**)
Performans sözcüğü çevresindeki akademik karmaşa bir yana, performansın günlük yaşamda, özellikle eğitim ve iş dünyalarında verimlilik ve başarıyla ilişkili kullanıldığını da hatırlatayım: “öğrencinin akademik performansı,” “şirketin performansı” gibi kullanımlara sıkça rastlıyoruz. Bizim bununla işimiz yok.
Şimdi soralım: Performans nedir?
Standart tanımlara baktığımızda birilerinin birilerine eğlendirici (entertaining) bir şeyler sunmasından söz ediliyor dedik.
Bir sunuma performans diyebilmemiz için izlenen/dinlenen olayın başka kişiler tarafından sunuluyor olması şart mı? Bu akşam saat sekizden dokuza kadar elli köpek yavrusunu oyuncaklarla dolu bir mekanda seyretmek isteyenler buyursun gelsin dense, çocuğunu kapan koşup gelmez mi? İzlenenler insan yerine köpek olduğu için, köpeklerin davranışları önceden düzenlenmediği için, bu performans sayılmaz denebilir mi?
Başka biri bir mekana köpek yavruları yerine uzaktan kumandalı elektrikli nesneler doldurup bunları hareket ettirse, bu performans sayılmaz mı? Bu nesnelerin hareketini kendisi değil de rastlantısal (random) çalışan bir bilgisayar programı kontrol etse, bu performans olmaz mı? Birileri gelip izlerse olur.
Peki, birisi (örneğin, John Cage’in yaptığı gibi) performans sunuyorum diye insanları bir yerde toplayıp saat sekize yaklaşırken “bu performans saat sekizden dokuza kadar sürecektir” deyip bir kenara çekilip otursa, gelenleri bir saatliğine çevredeki seslerle, hareketlerle başbaşa bıraksa, bu performans olur mu? Gelenler bunun bir performans olduğunu, daha doğrusu bu süreyi bir performans olarak algılama önerisini kabul ederlerse olur.
Hadi bir adım daha geri çıkalım: Performansın performans olabilmesi için bunu akıl eden, öneren, tetikleyen, başlatan, hazırlayan, düzenleyen biri şart mıdır? Değildir. Biri oturup kendi başına yerdeki karıncaları da izleyebilir, penceresinin önünden geçen insanları da, hiç hareket etmeyen bir nesneyi de. Biri kapısının önüne oturup trafiğin sesini dinlemeye karar verebilir, bir öteki radyodaki konuşma programını, bir diğeri de bitişikteki komşunun çaldığı gitarı. Biri “şu dağın yamacına oturup yarım saatliğine ovadan yükselen çiçek kokularını soluyayım” diyebilir. Bu kişiler bu izleme/dinleme/koklama sürelerini performans olarak nitelendirirlerse bunlar performanstır.
Sonuçta, performansın performans olabilmesi için vazgeçilemez üç şart olduğunu söyleyebiliriz:
1.
Algılayan bir ya da birden fazla kişinin varlığı (göstergebilimde (semiyoloji) “göstereni yorumlayan” (interpreter of signifier) dediğimiz).
2.
Algılayan kişinin algılamakta olduğu süreyi “performans” olarak nitelendirmesi.
3.
Algılayanın bir “an”ı (moment) performansın başlangıcı, ikinci bir anı da bitimi olarak saptaması ya da kabul etmesi.
Kapsamı bu kadar geniş tutunca aklımıza şu soru gelebilir: Görülen, duyulan şeyin ne olduğu önemli olmadığına göre, gözlerimiz sürekli bir şeyler gördüğüne, kulaklarımız sürekli bir şeyler duyduğuna, daha doğrusu, varlığımız sürekli beş duyumuzla algılama üzerine kurulu olduğuna göre, her zaman, sürekli bir performans izler/duyar/koklar/tadar/hisseder konumda olduğumuzu söyleyemez miyiz?
Her an, sürekli algılar halde olduğumuzu biliyoruz ama performans terimiyle kapsamı biraz daraltıyoruz, günlük yaşamın sıradan davranışlarının ötesinde, özel bir “bakış”ı kastediyoruz. İşin püf noktası, algılayanın algılamakta olduğunu “performans” olarak nitelendirip nitelendirmemesinde yatıyor.
Peki, “performans olarak nitelendirmek” ne demek? Bu soruya çeşitli yanıtlar var: kimi eğlence amacıyla izlemek/dinlemek, kimi “farkındalık,” kimi özel bir ruh hali, kimi “mesafeli duruş,” kimi “yabancılaşma,” kimi de “gözlem” diyor. Bunların hepsi ister istemez spekülatif tahminden öteye gitmiyor. Bunlar içinde benim aklıma en çok yatan “gözlem” (observation) kavramı.
Bir oluşumu performans olarak nitelendirmek (oluşumun içinde bile olunsa) bence bir parça geri çekilip gözlemsel bakmayı ima ediyor. Söz gelişi, birisiyle ateşli bir tartışmayı sürdürürken bir noktada katılımınızı, yani tartışmanın içeriğinde “kaybolmayı” biraz frenleyip karşınızdakinin sesini, yüzünü, elini, kolunu “izlemeye” başlıyorsunuz. Ya da her zaman arka planda sürüp giden sokak gürültüsünü dinlemeye karar veriyorsunuz. Ya da her zaman yürüdüğünüz yolda rastlayacağınız insanların giysilerinde en çok hangi renklerin olduğuna dikkat etmeye karar vererek yürüyorsunuz. Bunları yaptığınızda bakışınızda bir farklılaşma oluyor. Yani, gözlemsel bir bilinçlilik, gerçekliği bir tür bir “çerçeveleme” ya da “tırnak içine alma” giriyor devreye.
Ancak, tekrar edeyim, bu “gözlem” düşüncesi de bir spekülasyon. Performans kesin bir tanım kaldıramayacak türden bir kavram. Önemli olan, bir sürenin performans olabilmesi için algılayanlarca performans olarak nitelendirilmesi, hatta kabul edilmesi gerekliliği.
Kişilerden oluşan iki taraf düşünelim ve taraflardan biri performansı sunuyor, diğeri izliyor/dinliyor olsun: Sunum gerçekte bir performans değil, karşı tarafa yapılanı bir performans olarak algılaması için bir öneridir, bir tekliftir (proposition). Algılayan taraf bunu bir performans olarak nitelendirmeyi kabul ederse performans olur, etmezse olmaz.
Oldukça basit bir düşünceden söz ediyorum: Ne kadar uğraşarak pişirirseniz pişirin, yaptığınız yemek bir yiyen olursa “yemek” sayılır. Aynı biçimde, birisine gidip “dinle, sana bir şarkı söyleyeceğim” dediğinizde performansı siz başlatmıyorsunuz, karşınızdakinin dinlemeyi kabulü başlatıyor. Adam “aman yapma, başım çok ağrıyor” derse ne olacak? Siz buna rağmen şarkıya başlasanız, karşınızdaki de kalkıp gitse ne olacak? Sabaha kadar kendi kendinize şarkı söyleyebilirsiniz ama bu performans olmaz, kendi kendine şarkı söylemek olur.
“Şimdi size bir dans gösterisi sunacağım” dediğinizde yaptığınız aslında karşınızdakileri bir uzlaşmaya, bir kontratı kabule davettir: Yapacağım ilk hareketi (ya da ışıkların sönmesini ya da müziğin ilk notasını) gösterinin (karşılıklı “zaman oluşturma” sürecinin) başlangıcı kabul et ve ben “bitti” deyinceye kadar izle, bu dilimi beyninde bir “performans” olarak nitelendir, karşılığında sana seni mutlu edecek, bilinçlendirecek, dertlerini unutturacak, düşünmeni geliştirecek, heyecanlandıracak, eğlendirecek falan filan bir şeyler göstereceğim. Karşınızdakiler “sağol, istemiyoruz” derlerse sizin bu alışveriş teklifinizi kabul etmiyorlar, yani performans gerçekleşmeyecek demektir.
Bu görüşler yirminci yüzyıl boyunca ortaya atılan, bireysel yaratıcılığın mutlakçı ve kurumsal anlayışın egemenliğinden kurtarılmasına yönelik düşünce ve uygulamaların sonuçlarıdır. Yukarda yazdıklarımı bundan bir yüzyıl öncesine kadar birileri söylemeye, yazmaya kalksaydı tımarhanelik diye bakarlardı — yirminci yüzyılda söyleyenler de az sürünmedi tabii. Ama yüzyıllardır binbir asılsız iddiayla kamufle edilmeye çalışılan gerçeklik bir noktada kabak gibi çıktı ortaya: Ağırlık üreticide değil tüketicidedir, son sözü algılayan konumundaki söyler. Bugün beş kişi çıkıp dans performansı sunuyorum deyip bir saat boyunca ordan oraya yürüyebiliyor ve birçok yerde bunun dans olduğunu kabul eden izleyici bulabiliyor. Doğrudan “gürültü” yapmak üzere kurulmuş rock grupları popülerleşecek kadar dinleyici bulabiliyor. Yalnızca ritmik ve kafiyeli konuşmadan oluşan rap müziği dünya çapında bir müzik akımı olabiliyor.
Özetle, “performans” deyince öncelikle bir süreden (duration) söz ediyoruz. (Bu “süre” konusunun ayrıntısına bundan sonraki “Aracısız ve Aracılı Sanatlar” bölümünde gireceğim.) Bu sürenin performans sayılıp sayılmayacağına izleyen/dinleyen karar verir. Performansın mutlaka başka kişiler tarafından sunulan bir “olay” olması şart değil, ama eğer öyleyse, bu kişilerin yaptığı öncelikle bir önermedir (proposition): “bu yaptığımın bir performans olarak izlenmesini/dinlenmesini istiyorum” ya da “sizinle performans bağlamında iletişmek istiyorum.” Bu önermeyi yapanlar da bu sitedeki notların muhatabı olan kişiler, yani gösteri sanatlarını uğraş edinmiş kişiler. O nedenle, bundan sonraki bölümlerde açıyı daraltıp performansı birisinin bir başkasıyla birlikte oluşturduğu “süre”yi biçimlendiren hareketler ya da olaylar olarak ele alacağım.
_________________________
* “Performance studies” kavramı 1980’lerin başında New York Üniversitesi’nde, Richard Schechner tarafından ortaya atıldı. İlgilenenler Schechner’in Performance Studies: An Introduction (New York: Routledge, 2003) adlı kitabını okuyabilirler. Schechner’in çıkış noktasını oluşturan başlıca yapıtlardan biri, sosyolog Erving Goffman’ın The Presentation of Self in Everyday Life (New York: Doubleday, 1959) Türkçe’ye de çevrildi: Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu (İstanbul: Metis Yayıncılık, 2014).
** “Performans” kavramını ve gösteri sanatlarına yansımasını etraflıca izleyen bir kitap: Marvin Carlson, Performance: A critical Introduction (2nd Edition) (New York: Routledge, 2004); Türkçesi: Marvin Carlson, Performans: Eleştirel Bir Giriş (Dost Kitabevi, 2014).