Charles Sanders Peirce’ün ortaya attığı ve semiyolojide yerleşmiş bir gruplamadan (tipoloji) söz etmemiz hem kavramların hem de bundan sonraki bölümlerde kullanılan terminolojinin anlaşılması açısından önemli.
Peirce, göstergeleri gösteren-gösterilen arasındaki ilişkinin biçimine göre (modes of relationship) üç grupta topluyor:
1. Simge, sembol (symbol)
Gösterenle gösterilen arasında yalnızca geleneksel (conventional) bir ilişki vardır. Ya da şöyle söyleyeyim: aradaki ilişki bütünüyle öğrenmişlik gerektirir.
Örneğin, Romen rakamıyla III, yan yana üç adet çubuktan oluşuyor, okuması yazması olmayanların bile ne olduğunu kestirebileceği bir “gösteren.” Ama alfabemizde kullandığımız 3’ün biçiminde üç olmaya işaret eden hiçbir şey yok. Bu ilişkiyi okula gidip öğrenmemiz gerekiyor ve okulda her kişi için ayrı bir üç rakamı öğretmiyorlar, toplumdaki genel kararın ve kabulün sonucu olarak, 3 biçiminin üç sayısını simgelediğini öğretiyorlar. 3 rakamının grafik biçimiyle “üçlük” arasında hiçbir bağlantı yok, bu bütünüyle rastlantısal.
Rastlantısal oluşun yararlı bir tarafı var: bir kere öğrenildi mi ilişkilendirme işlemi son derece kolaylaşıyor. Örneğin, A harfinin ne olduğunu öğrendikten sonra “bu A acaba A mı, yoksa B mi, yoksa C mi?” diye sorgulama olmuyor: A ise A, değilse değil. Yani, ya açık ya kapalı, bilgisayardaki ya 0 ya 1 gibi. Bu nedenle bu niteliğe dijital deniyor. (El yazısı okunaklı olmayan birinin yazdığı A harfinin ne olduğunu kestirmek zor olabilir ama bu dijitalliği bozmaz, yalnızca iletide iletişimcilerin terimiyle “parazit” oluşturur.)
Simgeye en iyi örnek dillerdir. Başka örnekler: yazılı harfler, sayılar, trafik ışıkları, bayrak.
2. Belirtme, endeks (index)
Gösteren gösterilenle fiziksel ya da nedensel olarak doğrudan bağlantılıdır, arada bir neden-sonuç ilişkisi vardır (yani, simge gibi rastlantısal değildir). İlişkinin yargılayarak ya da sonuç çıkararak kurulması gerekir.
En tipik örneklerden biri: Birisi öksürünce aklımıza ne geliyor? Hasta olabileceği, boğazına bir şey kaçmış olabileceği, havanın tozlu olabileceği, sigara içmiş olabileceği geliyor. Yani, öksürme eylemi (gösteren) öksürmeye neden olan ya da olabilecek bir şeye işaret ediyor. Öyle ki, bu tür gösterenin sanki kendi başına bir değeri yok, tek işlevi işaret etmek.
Başka örnekler: doğal belirtiler (duman, bulut, ayak izleri, yankı), sağlıkla ilgili belirtiler (ağrı, döküntü, kaşıntı, nabız, hapşırmak), sinyaller (telefon sesi, kapı sesi), yön işaretleri, işaret parmağıyla gösterme, ölçüm aletleri (saat, termometre, otomobildeki göstergeler), kaydedilmiş ses, belirtme sözcükleri (bu, şu, burada, şurada), kitabın dizin (endeks) bölümü.
Neden-sonuç ilişkisi nedeniyle bu tür ilişkilendirmede geleneğe başvuru simgede olduğu kadar güçlü değildir ama tabii ki söz konusudur. Öksürmenin hastalığa işaret edebileceğini elbette ki doğuştan bilmiyoruz, deneyimlerle öğreniyoruz. “Ş” harfinin belirli bir sesin simgesi olduğunu öğrenmeye kıyasla, bir ok işaretinin yön gösterdiğini öğrenmek, biçimindeki “ima” nedeniyle, çok daha kolaydır ama yine de öğrenmişlik gerektirir.
3. İkon, görüntüsel gösterge (icon)
Gösteren gösterilenin benzeri ya da kopyesidir, gösterilenle benzeşen ya da onu anımsatan, taklit eden niteliklere sahiptir.
Örneğin, adam “uykum var” derken gözlerini kapatıp başını yana eğiyor. O anda uykuya mı dalıyor? Hayır. Ama yaptığı hareketle (gösteren) karşısındakine uyuma eylemini doğrudan göstermiş oluyor. Ya da, “fıstıklar nefisti, çıtır çıtır yedik” dediğimizde fıstığın yerken ağızda çıkardığı sesle benzeşen kelimeler kullanmış oluyoruz (yansıtma, onomatope). Ya da, Churchill’in resmini görünce “bu Churchill” diyoruz. Bunların hepsi ikonik göstergelerdir.
Başka örnekler: birisinin karikatürü, manzara resmi, radyodaki ses efektleri, taklit hareketler (yalanarak “karnım aç” demek gibi), metaforlar (“tilki adam,” “dünya bir sahnedir,” “kadife ses”), dilde yansıtma (“pata küte dövdü,” “tıkır tıkır çalışıyor”).
Öğrenmişliğin ikonlarda mı yoksa belirtme göstergelerinde mi daha gerekli olduğu epeyce bir tartışılır. Benzerlik ögesi nedeniyle öğrenmişlik ötekilerden daha az gerekir gibi görünür ama Churchill’in neye benzediğini bilmeyen kişi resmine bakınca onun Churchill olduğunu nasıl anlayacak? Dahası, bir resmin ya da fotoğrafın ne olduğunu da öğrenmiş olmak gerekiyor (ilkel toplumlarda araştırma yapanların karşılaştığı bir durum).
Bu üç grubun dışında üzerinde çok tartışılan, doğru düzgün adlandırılamamış ama çağdaş sanatlarda çok önemli bir yeri olan bir gösterge türü daha var (çoğu bunu ikonik göstergenin bir türevi sayar). Bunu açıklamamda yardımı olsun diye aşağıdaki figürü hazırladım: Simgesel bir gösterge olan F harfi giderek simgeliğini yitiriyor ve ulaştığı en son aşamada ne bir şeyi simgeliyor, ne bir şeye işaret ediyor, ne de tanıdığımız bir şeye benziyor. Betimlemeye çalıştığımızda ancak “iki çizgi 90 derece açıda birleşip köşe oluşturuyor” gibi bir şey söylemekten öteye gidemiyoruz.
Bu durumda, “gösterenin gösterdiği bir şey yok,” o nedenle de “bu figür gösterge sayılmaz” diyebilir miyiz? Diyemeyiz, çünkü gösterenin bizi gönderdiği birtakım genel kavramlar var (“figür,” “anlamsız figür,” “soyut figür,” “ne ise o” gibi). Gösterenin belirgin bir şeye gönderme yapmadığını görünce zihnimiz daha geniş düzeylere, gösterenin içinde bulunduğu bağlama (context) ve bildiklerine göre yorumlamaya çalışıyor (“çağrışımsal düzey”). Ben bu sitede oldukça sık sözünü edeceğim bu nitelikteki göstergelere, anlaşılabilirlik gözeterek, “soyut” (abstract) diyeceğim ve yorumlanması için başvurulan bağlamsal bilgiler için de “özne-dışı” terimini kullanacağım.(*)
Simgesel gösterge (F harfi) giderek simgeliğini yitirip soyutlaşıyor. Ama Latin alfabesini de bilen bir Yunanlı iseniz, bir simge (F) başka bir simgeye (Γ, Gamma) dönüşüyor dersiniz.
Bu gösterge gruplamaları hakkında genel birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum:
Başımdan geçen bir olay: Çok yağmurlu bir akşam tiyatro stüdyomuzda 20-30 kişilik bir seyirciye oyunumuzu oynarken tavan akmaya, oyun alanının tam ortasına çeşmeden akarmışçasına su dökülmeye başlamıştı. Herhalde böyle sorunlara alışkın olduğumuzdan, oyuncular hiç duraksamadılar, içlerinden biri son derece doğal, kendinden emin bir tavırda koşup büyük bir plastik kova getirdi, suyun altına koydu ve oyun devam etti, su da bir süre sonra damlalara dönüştü, sonra da kesildi. Oyun bitince seyirciden birkaç kişi gelip sorunla bu kadar rahat başedişimizi kutladı, birileri de (sokakta şakır şakır yağan yağmura rağmen) “o ne güzel bir sahneydi, nasıl becerdiniz oyunun tam o noktasında tavandan su akıtmayı?” dedi.
Yukarda güzelce üç gruba ayırdığımız göstergeler harekete geçtikleri zaman kağıtta ya da bilgisayar ekranında durdukları gibi durmazlar. Göstergelerin günlük yaşamımızda işleyiş biçimleri son derece karmaşık, hızlı ve kaypaktır. New York’un derme çatma tiyatro stüdyolarında tavanların akabileceğini bilenler için (öğrenmişlik) tavanın akması öncelikle ikonik bir göstergedir. Aynı kişiler burdan yola çıkıp oyuncuların sorunla bu kadar “rutin” bir tavırda başetmelerini tiyatroyu ne zor koşullarda yaptıklarının, nelere alışkın olduklarının bir “göstereni” olarak da yorumlayabilirler (belirtme göstergesi). Ama her türlü tiyatro sahnesinde yapılan her şeyin kasıtlı yapıldığını ve oyunun bir parçası olduğunu düşünen kişiler ise (kısıtlı ama bu da öğrenmişliğe dayanıyor) her gösterenden simgesel bir gösterge oluşturacaktır.
Böyle kişiden kişiye farklı olabilmenin yanısıra bir gösterge aynı anda iki ya da üç nitelikte de olabilir. Örneğin, tiyatro sahnesindeki hemen her nesne aynı zamanda hem simge hem de ikondur — parlak, altın rengi kadife kaplı, büyük kanepe hem tiyatro sahnesindeki dekor parçasıdır (ikon), hem de oyun kişilerinin parasal durumunu ve beğenisini simgeler. Öyle ki, bir göstergede her zaman bu üç niteliğin üçünün de varolduğunu, ortama göre birinin öne çıktığını söyleyenler de var. Örneğin, ünlü sinema oyuncularının fotoğraflarının bir lokantada duvara asılı olmasıyla kadın ve erkek tuvaletlerini belirlemek üzere tuvalet kapılarına asılması arasındaki fark gibi.
Göstergenin ne olduğunu ve gruplamalarını anlatmaya çalışırken, benim de yaptığım gibi, örneklere başvurmak kaçınılmazdır. Ancak, art arda sıralanan farklı örnekler göstergelerin yaşamın sağına soluna dağılmış birtakım özel şeylermiş gibi anlaşılmasına yol açabiliyor. Gösterme (signification) insanın her anında yaşadığı ve çoğu zaman farkında olmadan, bilinçsizce gerçekleştirdiği bir olgu: bilgisayara oturup yazı yazmanız, bu işi yaparken başınızı çevirip pencereden giren güneşi farketmeniz, güneş gözünüzü kamaştırdığında yine ilkbaharın geldiğini düşünmeniz, bunun size bir yıl önce yaşadığınız bir olayı anımsatması, o arada karnınızın gurultusundan acıktığınız sonucunu çıkarmanız, mutfağı ve kalkıp ne yiyebileceğinizi düşünmeniz, o arada kafanızdaki düşünce zincirini kopardığınızı farkedip son yazdıklarınızı okumanız, vb. Her anımızda en azından düşündüğümüze göre ve dilsiz düşünmek olamayacağına göre ve de dilin bütünüyle gösterge dizilerinden oluşması nedeniyle göstergesiz bir saniyemiz bile olmuyor diyebiliriz. Peirce’in deyişiyle “yalnızca göstergelerle düşünürüz.” (Chandler, 13)
Bu bölümde temel olarak göstergenin ne olduğunu ve gösteren-gösterilen ilişkilerinin niteliğini anlatmaya çalıştım. Bundan sonraki üç bölümde yorumlayan durumundaki beynin bu işi neye dayanarak yaptığından, başvuru kaynaklarından söz edeceğim. Onun ardından da kaynaktan elde edilenin anlam birimi oluşturmakta nasıl kullanıldığını anlatmaya çalışacağım.
_________________
* Umberto Eco bu türden göstergeye “figurae” diyor ve yorumunun (dilsel iletişim terminolojisindeki) birinci ve ikinci “artikülasyon” dediği düzeylere başvurularak yapıldığını söylüyor. Claude Lévi-Strauss “birincil ve ikincil düzeyler” diyor ve soyut görsel sanatın ve atonal müziğin yalnızca ikincil düzeyde yorumlanabildiğini söylüyor (Eco, 228-235). Roman Jakobson, görünürde referansı olmayan bu kategorinin “benzerlik atfedilerek” (imputed similarity) çağrışımlarla yorumlandığını savunuyor (Chandler, 45).