Canlıları en çok gelişmişten en az gelişmişe doğru bir sıralamaya soktuğumuzda, insan (bildiğimiz kadarıyla) en üst düzeyde yer alıyor. Bunu yaparken başvurduğumuz gelişmişlik ölçütlerinin başında “öğrenme yetisi” gelir. Alt düzeydeki canlılar çevreleriyle anlık etkinliklerle başetmeye çalışırken, üst düzeydekiler deneyimlerini hatırlama, davranışlarını geçmiş deneyimleriyle biçimlendirebilme yetisine sahiptir. İnsan zihninde yaşam anlık değil, süreklidir.
Okul kitaplarında medeniyetin gelişimi açıklanırken ateşin keşfi, hayvanların evcilleştirilmesi, işbölümünün akıl edilmesi gibi etkenler sıralanır. Gerçekte insanın dünyanın zor koşullarıyla başedebilmek için geliştirdiği en büyük güç iletişimdir: bilginin edinilmesi, paylaşımı ve kayda geçirilmesindeki evrim ve özellikle de yazının gelişimi. Söz ve yazı, insanın karmaşık toplumsal yapılar kurabilmekte, deneyimlerini kayda geçirebilmekte, kendini sürekli yenileyebilmekte, yani varlığını sürdürebilme mücadelesinde kullandığı en önemli araçlardır. Bunu yapabilmesine de insanın öğrenme yetisi olanak sağlar. (Cherry, 3-19)
[Yukardaki iki paragrafı Colin Cherry’nin On Human Communication adlı kitabından özetledim, aşağıda da yer yer hem bu yapıttan hem de Jonathan Culler’ın Saussure adlı kitabından yararlanacağım. Rastlantısallık ve ayrımsallık konularının ayrıntısına girmek isteyenlere Culler’ın kitabıyla başlamalarını öneririm.]
En çok kullanılan iletişim aracı olmasının yanısıra, dilin yapısı ve işleyiş biçimi hemen her türlü iletişimsel davranışımızı belirler ve bu olgu gösteri sanatları açısından son derece önemlidir. Özellikle gösteri sanatlarının kompozisyon geleneklerinde dilsel kurgu prensiplerinin belirleyiciliğini, en azından, yansımalarını görürüz. Ayrıca, algı mekanizmasının işleyiş biçimini anlamak için çalınacak ilk kapı da dildir.
Bu önemi nedeniyle dille ilgili üç noktaya dikkat çekmek istiyorum:
1. Farklılaşma
Daha önceki bölümlerde de belirttiğim gibi, dil simgesel göstergelerden oluşur, gösterenle gösterilen arasında benzerlik, nedensellik gibi bağlar yoktur. Sözlerin temsil ettikleri kavramlarla bağlantısı rastlantısaldır (arbitrary), yani Türkçe’deki “gel” sözcüğü “şel” de olabilirdi, “parsan” da. Yalnızca gösteren-gösterilen arasındaki bağlantı değil, kavramların ve düşüncelerin düzenlemesi, kurgusu da rastlantısaldır. Rastlantısallığın birinci kanıtı da diller arasındaki farklılaşmalardır.
Diller toplulukların kendi bölgelerindeki tarihsel gelişimleriyle biçimlenir ve öğrenilir ve — toplumsal değişimlere paralel olarak — sürekli değişir. İlk bakışta, dillerin birbirinden farklı oluşunun nedeni aynı kavramlara değişik sesler atanmış olmasıymış gibi görünür: birinin “kalem” dediğine öteki “pencil,” bir diğeri “matita,” bir diğeri de “crayon” der. Ancak, dil böyle basit bir sözcükler listesinden oluşmuyor; bir parça ötesine baktığımızda, değişik dillerdeki birçok sözcüğün birbirinin yüzde yüz karşılığı olmadığını görüyoruz.
En basitinden bir örnek: Benim en şaşırdığım olaylardan biri İngilizce konuşanların canları yandığında “ah,” “ay,” “üf” yerine “ouch” diye bağırmalarını öğrenmek olmuştu. Neredeyse hapşırmak, öksürmek gibi istemdışı bir tepki bile böylesine farklı olabiliyor. Farklı dil konuşan insanlar birbirlerinden farklı hapşırmıyorlar ama Türkler hapşırma sesini “hapşu” olarak yorumlarken İngilizler “achoo,” Fransızlar “atchoum” diye yorumluyorlar (Hindistan’ın güneyinde konuşulan Malayan dilinde de “Thummal” deniyormuş). Başka bir örnek: Yetmiş yedi milletten insanın yaşadığı New York’taki popüler eğlencelerden biri hayvan seslerinin değişik dillerdeki yorumlarıdır (örneğin, Türkler horozun ü-ü-rü-üüü diye bağırdığını söylerken Amerikalılar kak-a-dudıl-du, Almanlar ki-ke-ri-ki, Japonlar kok-ke-kokko dediğini söylüyor).
Bu basit ve matrak örneklerdeki farklılaşma daha karmaşık kavramlar için de geçerli. Coğrafi ve tarihsel faktörler toplulukların farklı kavramlar geliştirmesine neden olabiliyor ve bu kavramların ifadeleri de farklı oluyor. “Her dil dünyayı farklı biçimde ifade ediyor ya da düzenliyor” (Culler, 22). Örneğin, İngilizce’deki “he/she/it” karşılığının Türkçe’de yalnızca “o” olması, yani cinsiyet belirtilmemesi, son derece önemli bir farklılaşma. Türkçe’de birisi doğrudan tanık olmadığı bir olayı geçmiş zaman eki (-di) ile değil, “miş”li zaman ekiyle rapor ediyor: “Hasan dün geldi” dediğimizde genellikle Hasan’ın gelişine tanık olduğumuz sonucu çıkıyor; “Hasan dün gelmiş” dediğimizde bunu dolaylı yoldan öğrendiğimiz anlaşılıyor. Bu kavram batı dillerinin hiçbirinde yok.
2. Prozodi
Bir dilin her şeyi ya da her düşünceyi tam olarak “gösterebilmesi” (signification) olanaksızdır, çünkü her ayrıntıyı, her inceliği açıklayabilecek sayıda sözcük hiçbir dilde yoktur. Her şey için bir sözcük olsaydı, insan aklının hatırlaması ve kullanabilmesi bütünüyle olanaksız, dev bir dağarcık çıkardı ortaya. Her dildeki eşanlamlı (synonym) sayılan ama aralarında küçük farklılaşmalar bulunan sözcüklerin sayısı bunun en iyi kanıtı olabilir. Konuştuğumuz ya da yazdığımız zaman söyleyebileceklerimiz, kullandığımız dildeki sözcük sayısı ve kurgu kurallarıyla sınırlıdır. Düşündüklerimizi tüm ayrıntısıyla, mükemmel biçimde iletebilmemiz de, karşımızdakinin bunu bütünüyle kavrayabilmesi de olanaksızdır. İletişimciler bu olguyu artık deneylerle kanıtlayabiliyorlar.
Bu kısıtlılıkla başedebilmenin bir yolu olarak (genellikle hiç farkında olmadan) konuşma sırasında dilin ses yapısıyla (fonetik) oynuyoruz. Elimizde kullanabileceğimiz üç fonetik araç var: gürlük (volume), süre (duration) ve perde (pitch). Genellikle, perdeyle, yani tizlik-peslikle oynamaya “tonlama” (intonation), gürlükle oynamaya “vurgu” (stress), süreyle oynamaya da “ritim” deniyor. Konuşmada bu üç aracın kullanımına genel olarak prozodi (prosody) adı veriliyor.
Prozodiyi sözcük sayısındaki yetersizliği telafi etmekte kullanıyoruz. Örneğin, Türkçe’de hiç beklenmedik bir habere karşılık “Ne?” diye bağırdığınızda “e” sesinin süresini epeyce uzatacak, tonu da pesten tize kavis çizen geniş bir aralığa yayacaksınız. Ama size söylenen bir şeyi anlamayıp da “Ne?” dediğinizde “e”nin süresi kısalacak, ton da pesten tize yalnızca küçücük bir atlama yapacaktır.
“Ahmet, beni dinle” tümcesini Ahmet’in başkalarını değil, sizi dinlemesini istediğiniz için söylüyorsanız, “Ah-met” sözcüğünden sonra biraz duracaksınız, ardından “be-ni” sözcüğünün ikinci hecesinde hem gürlüğü hem de tizliği yükselteceksiniz. Ama Ahmet’in sizi hiç dinlemediğini düşünerek bu tümceyi söylüyorsanız, o zaman gürleşme ve tizleşme “din-le”nin ikinci hecesine kayacak, “Ahmet” ve “beni” arasındaki durak önemini yitirecek ama “beni”den sonra kısa bir es vermeniz anlamı güçlendirecek.
Prozodi, konuşulan dille bütünleşmiş bir olgudur ve anlamın iletilmesinde çok büyük bir rolü vardır. Prozodisiz konuşma nasıl olur diye sorarsak buna en yakını herhalde sözcükleri heceleyerek söylemek ya da yazılı bir metni pek gelişmemiş bir bilgisayara okutmak olur.
Prozodi sözcüğünü çoğunluk sözlü müzik konusunda duyarız (“şarkının prozodisi bozuk” gibi) ve neden söz edildiğini anlayan azdır. Bir metin bestelendiği, yani sözler bir melodiye dönüştürüldüğü zaman anlamın korunması beklenir. Yani, birisi melodiyi duyduğunda sözlerin ne dediğini bilebilmek ister. Prozodinin içerdiği araçlar aslında müziğin de temel ögeleridir: Sözlü bir melodide müzik tümcesinin konuşma versiyonundaki tonlamaları, vurguları, ritmi bir şekilde yansıtması beklenir. “Bir şekilde” diyorum, çünkü bunun birebir olması, yani konuşurken sesin tizleştiği hecede melodiyi ince seslere yükseltmek, duraklarda esler vermek gibi bir şart yoktur; aynı araçlar değişik biçimlerde kullanılarak sözlerin prozodisi melodide yansıtılabilir — bestecinin marifetlerinden biri de budur.
Sözcük sayısındaki kısıtlılıkla başedebilmek için bulduğumuz yollardan ikincisi de konuşma sırasında ağzımızın yanısıra bedenimizdeki başka kasları da hareket ettirmek. Bunların başında ağza en yakın ve en çeşitli olması nedeniyle yüz kaslarımız, bunun ardından da ellerimiz ve kollarımız geliyor. Beden hareketi konusuna ilerde epeyce ayrıntılı gireceğim için burada yalnızca bir noktayı kısaca belirtmek istiyorum:
Konuşma sırasında söylediklerimizin anlamına göre özellikle yüz kaslarımız kalıplaşmış birtakım biçimler alıyor — öfkeliysek kaşların inmesi, şaşkınlık belirtiyorsak kaşların kalkıp gözlerin açılması, gülünç bir şey anlatıyorsak gülümsüyor olmak, kuşku belirtmek için bir gözü kısmak, “deli misin?” derken kendi başına işaret parmağını dayamak, vb. Bunlar sözle birleşmese bile kendi başına anlam taşıyabilen artık kodlanmış jestlerdir (simgesel göstergeler) ama genellikle sözlü anlam iletimini güçlendirmek, pekiştirmek için kullanılırlar. Bunların dışındaki hareketler söylenen sözlerin prozodisine, yani müziğine uyarak yapılan danslar gibidir. Özellikle el hareketlerimiz sözlerimizin ritmini ve gürleşme ve tizleşmeleri izler, yani anlamın iletilmesinde üçüncü düzeyde bir işlevi üstlenir.
3. Sözlü/yazılı dil
Yukarda anlattıklarımın ardından ister istemez sözlü dille yazılı dil arasındaki farka dikkat çekmem gerekiyor.
Yazılı bir metnin kağıttan ya da ezberlenerek seslendirildiği durumlar hariç, sözlü dil her zaman konuşulduğu anda kurgulanır. Yazılı dil ise genellikle muhatabın var olmadığı bir konumda, düşünülerek, planlanarak kaleme (ya da “klavyeye”) alınır ve başka birisi tarafından yazarın bulunmadığı bir ortamda algılanır.
Hem yazılı hem de sözlü dil çizgiseldir (linear), bir noktadan başlayıp anlamı “biriktirerek” iletir, ama kağıt ya da ekran ortamı hem yazan hem de okuyan için istediği zaman durma, anlamadığını tekrar okuma, ileri-geri gitme olanağı verir. Araya giren bu aracı (kağıt, ekran), yazan ve okuyanı farklı zaman dilimlerine ve mekanlara ayırır. Yukarda sözünü ettiğim prozodi ve destek hareketleri yazılı dilde yoktur. Sözlü dilin bu niteliklerini okuduğuna “yakıştırmak” bütünüyle okuyucunun deneyimlerine dayalı hayal gücüne kalıyor (dikkat edersek bir metni okuduğumuzda her zaman kafamızın içinde bir ses oluyor; bu açıdan Türkçedeki “içinden okuma” tanımı çok yerinde).
Sözlü dil ileten ve algılayanın aynı zamanı paylaşması nedeniyle söylendiği anda algılanmak zorunluğu getirir. Yani, hem konuşan hem de dinleyen/izleyen için daha zahmetli, daha dikkat gerektiren bir ortamdan söz ediyoruz. Her iki tarafın da dev gibi bir dağarcıktan art arda seçimler yapmasının yanısıra, “kısa bellek” ya da “anlık bellek” (short memory, working memory) denilen, yeni bir sözcüğü ondan hemen önce söylenenleri unutmadan kavrama yetisini kullanması gerekiyor.
Bu sözlü-yazılı dil farklılığı, ilerde de değineceğim gibi, gösteri sanatlarını düşünmekte anahtar niteliğindedir. Yukarda da belirttiğim gibi, dil en temel iletişim aracı olmanın yanısıra, toplumdaki her türlü iletişim için bir model niteliği de taşır. Bu anlamda, sözlü dilin hem her türlü niteliği gösteri sanatlarında görülebilir, hem de gösteri sanatı olgusunu anlamakta referans olarak kullanılabilir.