03 Aracısız ve Aracılı Sanatlar

Geleneksel estetikte sanatlar zamansal ve mekansal diye iki grupta toplanır (temporal/spatial). Bunun ardındaki mantık oldukça basit: resim, heykel, mimari, fotoğraf, enstalasyon gibi sanatlarda belirli bir mekan (ya da nesne) görsel ögelerle donatılır ya da manipüle edilir, o nedenle de mekansaldır. Bundan yola çıkarak (benzetme aracılığıyla), müzik, dans, tiyatro gibi sanat ürünlerinde de bir “zaman diliminin” görsel ve/veya işitsel ögelerle donatıldığı söylenir.

Bu üstünkörü bakışta birkaç yanlış birden var. Birincisi, zamansız mekan ya da mekansız zaman olamayacağı konuşulup kabul edileli beri bayağı uzun bir zaman oluyor. İkincisi, bu bakışta sanat yapıtının yalnızca üretimine odaklanılıyor, kim tarafından, nerede, nasıl tüketileceğine bakan yok. Üçüncüsü, “zamansal” teriminin arkasında düşünce piyasasından birkaç yüzyıl önce kalkmış bir zaman anlayışı var.

Zaman, felsefe ve bilimde üzerinde on binlerce sayfa kalem oynatılmış başlıca konulardan biri. Çok basitleştirerek genel olarak iki farklı yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz:

Newton’ın belirli fizik araştırmaları için ortaya attığı hipotezlerin uzantısı olan anlayışta, zaman insanların düşüncelerinden, davranışlarından, iletişimlerinden, vb. bağımsız olarak, insanın dışında varolan evrensel bir “akış” olarak tanımlanıyor (Rynasiewicz). Yaşam, akıp gitmekte olan bir nehirde bir kayığa binip gitmek, bir süre sonra kayığı kenara çekip çıkmak gibi görülüyor — nehir (zaman) bizden önce de akıyordu, bizden sonra da akmaya devam edecek. Zamanın yatay bir çizgide “akıp gitmesi,” “uçup gitmesi,” “rüzgar gibi geçmesi,” “zaman dilimi” gibi benzetme ve metaforlar bu görüşün uzantısı.

Bunun karşıtı olan görüş ise (onyedinci yüzyıldan bu yana) zamanın kavramsal olduğunu, kişi tarafından hareketler arasında (buna “olaylar” da (events), “şimdiler” de (nows) deniyor) öncelik-sonralık ilişkisi kurularak biçimlendiğini söylüyor. Zaman, konuma göre ve insandan insana değişiyor. Göreceli. (McTaggart) (*)

Ben sözünü ettiğim bu zamansal/mekansal (temporal/spatial) ayrımı yerine sanatların başka bir biçimde gruplanmasını öneriyorum: aracısız sanatlar ve aracılı sanatlar (unmediated/mediated).

Bu ayrıma nasıl vardığımı açıklayayım:

1.

Zaman, bizden bağımsız olarak varolan, üstüne binip gittiğimiz bir olgu değil, bizlerin olaylara öncelik-sonralık atfederek oluşturduğumuz bir kavram. Örneğin, müzik bir zaman diliminin (segment of time) sesle doldurulmasıdır dendiğinde, bu dilim sürekli akıp gitmekte olan görünmez bir kanvasın bir süreliğine seslerle boyanması gibi düşünülüyor. Gerçekte, sesler ve çevresindeki her türlü “olay” zamanı oluşturuyor, kurguluyor — sonradan, bir başlangıç ve bitiş noktaları olduğunu varsayarak, buna “dilim” yakıştırması yapıyoruz. Zamanı geçirmek, doldurmak, harcamak, almak, vermek yerine biz yaratıyoruz. Biz zamanın sonucu değiliz, zaman bizim sonucumuz.

“Falanca adam bu akşam filanca mekanda saat sekizden dokuza kadar konuşacak, gelin dinleyin” dendiğinde, bu o adamın o bir saatlik zaman dilimini sözleriyle dolduracağı anlamına gelmiyor; adamın sözleri ve o sözlerin arasına serpişecek başka bir yığın olayın, sonradan “saat” adını verdiğimiz ölçüm aletine bakarak “bir saat sürdü” diyeceğimiz bir olaylar art ardalığı oluşturacağı anlamına geliyor. Buna adamın ağzından çıkan seslerin yanısıra beden hareketleri de, dinleyenlerin söylenenler karşısındaki bedensel ya da düşünsel tepkileri de, öksürükler de, gülüşmeler de, kalp atışları da, nefes alıp vermeler de, bazılarının kalkıp tuvalete gidip gelmesi de, koltukların gıcırtıları da, sokaktan geçen insanların, arabaların sesleri de dahil. Bu olaylar peş peşe gelerek süreyi (duration), zamanı oluşturuyor.

2.

Sanat yapıtının izleyici/dinleyici tarafından algılanması sürecin vazgeçilmez bir parçasıdır, her yapıt algılanmak üzere üretilir. Bu açıdan, sanat yapıtlarının üretimlerine göre gruplanması, tüketimin (algının) gözardı edilmesi yanlıştır.

3.

Her türlü algı bir süreçtir (process), her süreç de süre (duration) yaratır, “zaman oluşturur,” zamansaldır. Yani, zamansal olmayıp da yalnızca mekansal olan bir sanat yapıtı (ya da algılanan herhangi bir şey) olamaz. (Gombrich, 50)

Bu görüşlerin sonucunda, yukarda da belirttiğim gibi, sanatların iki grupta toplanmasını öneriyorum: aracısız sanatlar (unmediated arts) ve aracılı sanatlar (mediated arts).

1. Aracısız sanatlar:

İletişmekte olan, karşılıklı anlam üreten taraflar söz konusu — taraflar karşılıklı olaylarla adına zaman dediğimiz art ardalıkları yaratıyor. Bu etkileşimli (interaktif, interactive) süreçte karşılıklılık (reciprocity), dolayısıyla da birbirine bağımlılık (interdependency) egemen. Bu olgu yalnızca sanat ortamına özgü değil tabii ki — iki ya da daha çok sayıda kişinin her türlü iletişiminde bu nitelikleri görebiliriz.

Bu kategoride performansı sunan kişiyle algılayan kişinin mutlaka yüz yüze olması gerekmiyor (kukla, uzaktan kumanda edilen nesneler ve ses gibi), ama sunan tarafın algılayan(lar)la “gerçek zamanlı” (real-time) etkileşimi bu kategori için şart. Sunumu oluşturan olaylarla algılayan tarafın olaylarının alışverişlerle ilerlemesi, yani “zaman oluşturmasından” söz ediyorum.

Aracısız sanatlarda taraflar arasında etkileşimin olmaması olanaksız. İzleyicinin en pasif olduğu, gülmek, yerinde kıpırdamak, yanındakiyle konuşmak, kalkıp çıkmak gibi birkaç basit “olay”dan öte performansın akışına hiçbir “interaktif” katkısının olmadığı söylenen klasik konser ya da tiyatro ortamlarında bile etkileşim olması kaçınılmazdır. En azından, sunum algılanabilirlik ve karşıdakinin algı temposu gözetilerek yapılır. Örneğin, en kalıplaşmış tiyatro ortamlarında bile izleyicili oynamakla izleyicisiz oynamak arasında büyük fark olduğunu biliyoruz. Kaldı ki, etkileşim yalnızca sunanla izleyen arasında gerçekleşmez, performans ortamına dahil herkes birbirini farklı derecelerde etkiler: Sahnedeki oyuncular ya da müzisyenler izleyicilerin yanısıra birbirlerine göre de yol alır, izleyiciler de birbirlerine göre tepki verirler.

Gösteri sanatları (performing arts) bu aracısız sanatları kapsıyor. Sanatlar bağlamında “performans” dediğimizde de bu aracısız sanatlardaki sunumlar akla geliyor.

2. Aracılı sanatlar:

Araya giren bir aracı, bir “avukat” söz konusu: kağıt, kanvas, ahşap, taş, bilgisayar, ekran, teyp, CD, selüloid film gibi. Yukarda aracısız yapıtlarda da bir aracı olabileceğini söyledim ama bu aracının algılanırken manipüle ediliyor olması gerektiğini belirttim: önceden “kaydedilmemiş” olması gerekiyor. “Kayıt” (recording) burada anahtar sözcük niteliğinde.

“Aracılı” düşüncesiyle bir dolaylı iletişim mekanizmasından söz ediyorum. Örneğin, yazı, malum, yazıldığı anda okunmuyor; yazan kişi sözlerini sonradan, farklı bağlamlardaki kişilerce okunmak üzere “kaydediyor,” kağıt aracı oluyor. Bu her türlü statik nesne üzerinde sonradan algılanmak üzere yapılan her türlü manipülasyonu (kodlamayı) içeriyor.

Burada özellikle şunu vurgulamaya çalışıyorum: Aracısız sanatlarda yapıt daha önceden hazırlanmış, planlanmış olsa bile, son aşamada bir insan tarafından başka bir insana “canlı” olarak sunuluyor. Buna karşılık, araya bir aracı girdiğinde, üretim ve tüketim (algı) iki ayrı sürece ayrılmış oluyor, taraflar arasındaki doğrudan etkileşim ortadan kalkıyor.

2a. Statik aracı

En basit örneğiyle, bir ressamın resmini atölyesinde yapıp sonradan bir galeride sergilemesiyle (aracı: resmi içeren tuval) ressamın resmini birileri tarafından izlenirken (aracısız) yapması arasındaki farktan söz ediyorum. Ressamın atölyesinde yapıp bitirdiği resim, yani resmi içeren tuval, tipik bir statik aracıdır. Ressam bunu sonradan algısına sunulacak kişilerden bütünüyle bağımsız olarak, günlerce, aylarca çalışarak, istediğinde uzun aralar vererek hazırlıyor. Resim galeriye asıldığında gelip bakanların “bakış süreci” de ressamdan (üretimden) bütünüyle bağımsız oluyor. Duvardaki resme bakan istediği kadar, istediği gibi bakabiliyor.

Örneğin, “bir galeriye girdim, duvarda büyükçe bir resim, bakmaya başladım, çok sıkıldım, koştum çıktım” sözünü pek duymayız. “Çok sıkıcı bir heykel” dendiğini de duymayız. Ama “bir galeride bir açılışa çağırdılar, sıkıntılar bastı, ayıp olmasın diye çıkamadım da, patladım…” sözü tanıdık gelebilir. Çünkü resme bakan kişi süreci belirleyen olayı (algı) kendi kendine, tek taraflı gerçekleştirir, bağımsızdır. Galerideki açılış partisine giren biri ise, zamanı ötekilerle birlikte, mevcut toplumsal kodlara göre, karşılıklı oluşturuyor olacaktır, bağımlıdır.

2b. Zaman-çizgili aracı

Peki, duvarda statik bir yağlıboya resim yerine bir ekran olsa ve ekranda bir video oynuyor olsa, durum değişiyor mu? Özellikle bir açıdan değişiyor:

Film, video ya da kaydedilmiş müzik de bir resim gibi sonradan algılanmak üzere hazırlanıyor. Oldukça yeni sayılan kayıt teknolojilerinin yarattığı bu olanaklara yazılı metinleri de dahil edebiliriz. Ve bunlar da üretim bittikten, bitmiş bir ürün halini aldıktan sonra hiçbir değişime uğramıyorlar. Bunların aracılığını da nesneler yapıyor: selüloid film, teyp, optik disk, dijital ses dosyası, kağıt, elektronik okuyucu, vb. Ve algılayan bunlarla da, tıpkı resimde olduğu gibi, interaktif ilişki kurmuyor.

Aradaki fark, bunların sunumlarında bir “zaman çizgisi” (time-line) ya da art ardalık olmasında yatıyor. Zaman oluşturma sürecini aracı üstleniyor — hatta izleyenin/dinleyenin bu zaman çizgisine “kilitlenmesini” istiyor. Sinemada nasıl davranırsanız davranın, film kaydedilmiş olduğu gibi oynamaya devam eder, evde bir CD dinlerken ne yaparsanız yapın çalmakta olan kaydedilmiş müzikte bir değişim olmaz. Çünkü aracı konumundaki nesneler canlı değil nesnedir, yani sizi algılayabilecek, davranışlarınıza tepki verecek, sizinle etkileşime girecek beyinleri yoktur. Bir film izlemek, bir saati izlemekten, kaydedilmiş müzik dinlemek, saati dinlemekten farklı bir işlem değil: saatte saniyede bir yer alan değişimin yerini görüntü ve sesteki değişim alıyor.

Bu art ardalıkları, özellikle deneyimi başkalarıyla paylaşmadığınız ortamlarda (sinema salonu gibi), istediğiniz noktada durdurma, ileri geri alma özgürlüğünüz olabiliyor ama bu yapıtla etkileşime girmek (interaction) anlamına gelmiyor. Bunun gibi, bir kitabı okurken de isterseniz durup bir cümleyi yeni baştan beş kez okuyabilirsiniz, üzerinde yarım saat düşündükten sonra okumaya devam edebilirsiniz ama bunlar kitaptaki yazıların sizin tepkinize göre değişime uğramasına neden olmaz.

Bir örnek: Televizyondaki spor karşılaşmalarının canlı (“naklen”) yayın mı olduğunu yoksa banttan mı verildiğini içerikten anlamak mümkün değil; onun içindir ki genellikle ekranın bir köşesinde “canlı” diyen bir yazıyla belirtiyorlar. Gerçekte evinde oturup izleyen kişi için “ekran harici” bir bilgi bu. Karşılaşmanın bant kaydından verildiğini bilmeyen birisi pekala o anda bir yerlerde gerçekleşmekte olan bir olaymış gibi izleyebiliyor. Çünkü izlediğini interaktif olarak etkileme, bununla ilişki kurma olasılığı yok.

Tekrar edeyim: yerleşik anlayışta “gösteri sanatları” (performing arts), izleyici/dinleyici karşısında kişiler tarafından “canlı” sunulan müzik, tiyatro, dans, opera, sirk, konuşma, vb. olarak tanımlanıyor. Yani, benim “aracısız sanatlar” adını verdiğim kategori. Yine yerleşik anlayışta “performans” kelimesi de yalnızca bu gösteri sanatları bağlamında kullanılıyor, aracılı sanatlar için kullanımına hemen hiç rastlamıyoruz (bazen “oyuncunun filmdeki performansı” gibi kullanımlar olabiliyor). Gösteri sanatları üzerine notlardan oluşan bu sitede odak noktamız, doğal olarak, aracısız sanatlar. Ancak, kompozisyonlarının niteliği açısından zaman-çizgili aracı kullanan sanatlar da bizi ilgilendiriyor.

___________________________

* Zaman konusunun en önemli metinlerinden biri, John Ellis McTaggart’ın ünlü makalesi The Unreality of Time (Mind: A Quarterly Review of Psychology and Philosophy 17 (1908), 456-473) Internet’te okunabilir:  www.ditext.com/mctaggart/time. Yazdıklarımın çok daha derinlemesine bir açıklaması için Julian Barbour’la yapılan “The End of Time” başlıklı söyleşiye bakılabilir: www.edge.org/3rd_culture/barbour/barbour_index.html  Aynı adlı kitabını da öneririm: Julian Barbour, The End of Time (1999), London: Weidenfeld and Nicolson.

– SONRAKİ –>